Türkiye’de sosyalleşmek üzerine! Hepimizin arkadaşları, komşuları ve sevdiği insanlar mevcut. Ancak toplumca ne kadar sosyal bir karakterimiz var?
İki yıldır pandeminin kıskacında yaşamak, bize eski hayatımızı biraz unutturmuş olabilir. Pandemi öncesinde bir günümüzü nasıl geçirdiğimizi tüm netliğiyle hatırlayamadığımız veya belki de dışarıda neden o kadar çok zaman geçirdiğimizi idrak edemediğimiz olmuştur. Her ne kadar son dönemde günlük rutinimize dönmeye başlamış olsak da sosyalleşmek hala pandeminin bizi alıkoyduğu ihtiyaçlarımızdan biri olarak ortaya çıkmakta. Fakat, uzun bir zaman yelpazesi içinde baktığımızda, sosyalleşmek kavramının Türkiye’de gerçek kimliğine ulaşamadığını görmekteyiz.
Belki de önce, sosyalleşmek kavramının ne olduğu üzerinde durmamız gerekiyor. Elbette, akla ilk gelen tanımlar yeni biriyle tanışmak veya var olan arkadaşlarla vakit geçirmek olarak kendini göstermekte. Ama, aslında sosyalleşmenin bundan çok daha basit bir değişkeni mevcut: O da bağlamdan bağımsız olarak insanlarla iletişim kurabilmek.
Hepimizin bildiği gibi, Türkiye kolektivist bir toplum yapısına sahip. Bu, insanların benliklerini ön sıraya koymasından ziyade; içinde bulundukları büyük veya küçük topluluklara karşı geliştirdikleri aidiyet duygusuyla hareket etmeleri demek. Bu yapılanma, onların günlük hayatlarını ve dolayısıyla başka insanlarla kurdukları iletişimi de doğrudan etkileyen bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Bunu en iyi, tek başımıza sosyal hayatın içinde var olduğumuzda hissettiklerimiz üzerinden anlayabiliriz.
O anda kendimizi içimizden gördüğümüz kadar; maruz kaldığımız insanların gözlerinden de görüyor ve kendimizi yerleştirdiğimiz bir sosyal statü ortaya koyuyoruz. O anda hepimiz birer öğrenci, beyaz yakalı, bir anne veya baba, kadın veya erkek, evli veya bekarız. Bu, başka insanlarla kuracağımız iletişimde, önce kendi bireysel niteliklerimizi değil; sosyal statülerimizi iletişim gemisinin kaptanı yapmamıza sebep oluyor. Bu tip sosyal konumların ise, tabi ki, kendine has korkuları, endişeleri, beklentileri ve gerektirdikleri mevcut. Tüm bunların etkisi altında, bir insanın günlük iletişimi artık kolektivist toplum bilinci tarafından yönetilmekte ve herkes sosyalleşme süreci içinde, bunlara uygun hareket etmek zorunda kalmakta.
Kolektivist toplum yapısının sosyalleşmek üzerine bir diğer etkisi ise, yabancılarla kurulan iletişimden ziyade; tanıdık veya yakın hissedilen insanlarla kurulan iletişimin desteklenmesi olarak kendini gösteriyor.
Büyürken, anne ve babalarımızın “Yabancılarla konuşma!” dediğine hepimiz şahit olmuşuzdur. Bu, her ne kadar koruyucu bir bakış açısından kaynaklansa da aynı zamanda birey üzerinde, tanımadığı insanlara karşı bir çekince ve korku duygusu da uyandırmakta.
Zaman ilerledikçe bu iç mesaj, artık kendi güvenli çevresinde var olmak isteyen ve ait olunan sosyal grup içinde hareket etmek isteyen bireyler ortaya koyuyor. Bunun tabi ki bir diğer sebebi de her kişiye, ait olduğu söylenen sosyal statü ile, yüklenen davranış modelleri. Tüm bunları dikkate aldığımızda birbirine yakınlaşmaktan çekinen yabancılar topluluğu görüyoruz elimizde.
Halbuki, bunlardan tamamen bağımsız, herkesle çok rahat iletişim kurabildiğimiz bir dönem vardı hatırlar mısınız? Çocukluğumuz! Her birimiz, parkta gördüğümüz yeni bir çocuğa gidip merhaba dedik. Okula başladığımızda sınıfımızdaki herkesle tanıştık, yabancılarla olduğumuz en saf ve içten şekilde iletişim kurduk. Dolayısıyla, her ne kadar içinde yetiştiğimiz toplum bizi de kolektivist bir bilince sokmuş olsa da, içimizde hala o çocuğun cesareti ve heyecanı mevcut. Hepimizin o çocuktan öğrenmesi gereken bir şey var.
O yüzden, bugün dışarı çıktığınızda, yoldan geçen birine iyi günler dileyin, otobüste gördüğünüz bir yabancıya gülümseyin, kıyafetini beğendiğiniz birine iltifat edin. Çünkü emin olun ki, hepimiz kabuğumuza çekildiğimiz bu güvenli dünyalarımızda, bir yabancıya “Hoş geldin!” diyebilecek kadar enerji doluyuz hâlâ. Unutmayın, hayat insanlarla güzel olur.