Toplumsal hiyerarşi kadını görmezden gelmeseydi nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk? Ülke yönetebilselerdi yada evden çıkabilselerdi? Cadı değil de bilim insanı kabul edilselerdi bugün nasıl bir güne uyanırdık?
Tartışmaların erken dönemleri dikkate alındığında, genel olarak inanç sisteminin engellemeleriyle karşılaşmamız olağandır. Diğer yandan dönem konjonktürü kilisenin gücüyle birlikte kadını meta dahi saymazken, engellemelerle de birlikte toplumdan izole etmenin çarelerini çoktan bulmuştu. İslam dikkate alındığında ise deve üzerinde savaşa katılabilecek kadar var olan kadın figürünün, İstanbul’un topraklara dahil edilmesiyle yok olduğunu görüyoruz. Dahası çoğu sultanın annesinin ismi hala bilinmezken, kadın kahramanların tarihte isimlerinin bugün valide-yi sultan olarak adlandırıldığını biliyoruz.
Aslına bakılırsa, kadının dönemdeki görevinin ailenin isminin gelecek nesillere aktarmak olduğunu kabul edeceksek, bu tür bir uygulamanın amaca yönelik olduğunu görebiliyoruz.
Şimdi, gelelim metalaşma aktivasyonlarına. Levi-Strauss’un ön deyimi ile birlikte “iki erkek arasındaki alışveriş” olarak kadını görüyoruz. Bu durumu basite indirgemeyelim nitekim buradaki amaç toplumlar arasındaki ittifak çalışmaları. Şu doğru, dönem dönem kadınların değişimi ile birlikte barışın sağlandığı görülmüştür. Bugün çok abes gelse de o dönemde yaşadığımızı düşündüğümüzde bu durum karşı konulduğunda toplumun huzuruna engel olma anlamı içeriyordu. Dolayısıyla böyle bir ticari faaliyet kadınlar açısından da kabul edilmesi zorunlu bir aksiyondu.
Erkeğin toplum önünde yeteneklerini ortaya koyma çabası ve toplumunda zaten hali hazırda erkekten bunu beklemesi, kadını tamamen eve hapsetmişti. Kamu önünde kadının, denenmemişliği ve yapıp yapamayacağının bilinmemesi, merak uyandırsa da toplumsal normların öyle bir anda değiştirilmesi hala pek de kolay değil. Heh, kafasını kapıdan uzattıklarında neler olduğunu da biliyoruz. Margaret Thatcher, Marie Curie’lerin o dönemde yaşasalardı kendilerini ön saflarda kabul ettirmeleri zor olsa da bizim Jeanne d’Arc’ımız da var!
Aman bu da her şeyi tarihle açıklıyor dediğimizde, bende diyorum ki tamam, tıbbi datalara bir göz atalım. Aristoteles’e göre insanın kadın olarak doğması, rahme düştüğünde yaşanan biyolojik bir hastalıktan dolayıydı. Bunu neden düşündü açıklamamız lazım yoksa kaynaksız hareket etmiş oluruz. Hemen mantığımıza yatırıyorum o halde. O dönemlerde, genç-yaşlı evlilikleri bolca yaşandığından, toplum “hatalı imalat” olarak kadınları görmekteydi.
Cinsel organlar kıyaslandığında ise kadının cinsel organının, erkeğin cinsel organının içeri kaçmış olanı olarak düşünülmesinin üzerine bir de Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı düşünüldüğünde, o dönem insanlarının kadına karşı bakış açıları çok şaşırılacak bir durum değil. Daha ilginç bir yaklaşım daha geliyor! Kadın vücudunun erkeğe göre soğuk yapısı bahsi geçen organın dışarı itilememesine sebep olmuş! Dolayısıyla bu soğuk-sıcak durumları bile kadının erkeğe göre tamamlanmamış varlıklar olarak kabul edilmesine sebep olmuş. Hele ki Avrupalı bazı doktorların yoğun yaşamsal aktiviteler sonucu vücudu ısınan kadının cinsel organının dışarı itildiğine şahit olması ve bir anda erkek olduklarını gördüğünü söylemesi olayı daha bir enteresan hale sokmuştur.
Tüm bu acayiplikler göz önüne alındığında, adamlara da haksızlık etmeyelim. O dönemde kimse bugünkü insan bilincine sahip değildi. Bizim kızmamız gereken nokta dünyamızda hala daha kadına karşı bu tür fikirlere sahip olanların olması. Ben bu durumu onların da henüz tamamlanmamış insanlar olmasından kaynaklı görüyorum. Sonuçta o dönemde fiziksel özellikler ön plandayken bugün daha çok zihinsel gelişim ön planda. Dolayısıyla bugün yaşanan kadın-erkek tartışmaları o dönemde olduğu gibi gayet doğal. Yapılması gereken pek tabi gelişimini “tamamlamış beyinlerin”, yılmadan, usanmadan gerçekleri, doğruları bu tiplere anlatmaktan vazgeçmemesi. Manifesto yayınlamıyorum, o zaman olan bugünde var sadece fraksiyonlar değişti.
Daha güçlü, daha akıllı yarınlarda görüşmek dileğiyle.
Sevgiler.