Aklınıza bitik bir dünya getirin. Zaman da şartların zorlandığı olumsuz, umutsuz bir gelecek olsun. Korkunç, baskıcı, iç karartıcı. Ütopya’nın tam tersi yani. İşte bu konsepte Distopya deniyor.
Böylesine karanlık bir konu olmasına rağmen yazarlar var ya, yıllardır bayılırlar bu konu üzerine romanlar yazmaya. İşe bakın ki biz de onları okumaya bayılırız. Bu işte bir gariplik var sanki, değil mi? Neden bile bile böylesine iç karartıcı kitaplar okuyoruz ki? Bir de bunların filmleri var. Hatta Fritz Lang‘in yönettiği, neredeyse yüz yıl önce çekilmiş, bilim-kurgunun sinemadaki ilk örneklerinden sayılan Metropolis filmi bile aslında distopik bir dünyayı ele alıyor. E biz bu filmleri de severek izliyoruz? Yoksa kendimize acı çektirmeyi seviyor muyuz? Sorulması gereken ve en net cevabı hak eden bir soru buydu.
Böylesine açık uçlu bir soruyla geldim karşınıza. Distopik romanları neden okuduğumuz konusunu birkaç başlık altında örnekler vererek şöyle bir inceleyelim diyorum. Yani mesela Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında olup da aşk romanlarında olmayan neler varmış, biraz kafa yoralım isterim.
TOPLUMSAL BAKIŞ VE ELEŞTİRİ
Distopik romanların en belirgin özelliği toplumsal eleştiri yapmaları değil midir zaten? Hatta toplumsal eleştiri yapmak için belki de en iyi yol distopik bir roman yazmaktır çünkü yazar bazen gerçeği maskeleyerek bazense şartları durum ve yapıları dilediği kadar ekstrem kılarak anlatmak istediği şeyi çok daha etkileyici bir şekilde aktarabilir okuyucuya.
Dışarıdan baktığımızda masum görünen toplumların bile bir şekilde yozlaşmış olabileceğini, belki de hiç kimsenin yüzde yüz masum olamayacağını etkileyici, açıklayıcı ve bir o kadar açık bir şekilde anlatır. Böylece distopik romanlar, okurlara sosyal bilinç kazandırır. Bakış açıları ve düşünce yapılarında yeni pencereler açılır. Demem o ki etrafımızda olup biteni daha iyi, daha ince irdeleyebiliyorsak şüphesiz distopik eserlerin bunda payı çok fazla.
Bu yönüyle distopik romanlar bizi ayrıca korkutur. Zira yazarlar, gelecek hakkında yaptıkları yorumlarda pembe gözlüklerini takmamış olurlar, böylece anlattıkları şeyler her ne kadar karanlık ve şu anki halimizden olabildiğince uzak da olsa bize tek boynuzlu atların etrafta dolaştıkları kurgusal evrenlerden daha hayatın içerisinden gelir. Örnek olarak George Orwell’in 1984’ü diyorum, başka da bir şey demiyorum.
Alegori
Gerçekliği maskeler desek de elbette bütün romanlar belli bir durumun alegorisi olma zorunluluğu taşımaz. Tamamen sıfırdan kurgusal olarak yaratılan evrenler de mevcut, Alexandra Bracken’in Karanlık Zihinler serisi bunun en güzel örneği olabilir. Onları da farklı nedenlerden seviyoruz elbette fakat alegorik romanlara duyduğumuz sevgiyi de yok sayamayız.
Bu konuda Anthony Burgess‘in yazdığı Otomatik Portakal’ı örnek vermek istiyorum. Okuması gerçekten çok zordur ki sadece yazarın dilinden bahsetmiyorum, içerik olarak da çok ağır olayların art arda yaşandığı ve gerçekte görsek yüzüne bile bakmayacağımız türden bir baş karakteri içeren bir roman kendisi. Buna rağmen okuyoruz çünkü anlattığı şey aslında bizlere farklı bir bakış açısı gösteriyor kolay kolay karşılaşmadığımız bir açı “Bakın bu kötü karaktere insanlar nasıl eziyet ediyor,” değil.
Yazar o romanın içinde aslında insanların mükemmeliyetçiliğini eleştiriyor, otoritenin toplum üzerinde kurduğu baskıyı ve etik kavramını sorguluyor. Distopik olması da yazarın vermek istediği mesajı daha etkili bir şekilde vermesi için gereken ortamı sağlıyor. Böylece tüm koşullar uygun olunca ortaya farklı bir eser çıkıyor. Başkarakterin başından geçen travmatik olaylar bizi normalden daha çok etkiliyor çünkü. Böylece onun yaşadıklarını daha derinden sorgulamaya başlıyoruz. Bazı tatsız paralellikler kurmak ve dehşete düşmek de güzel ve farklı bir tat katıyor.
Özgür ve Güçlü Karakterler
Distopik romanlar içinde genelde bir otoriter boşluk veyahut çürümüşlük söz konusudur dersek çok da yanlış bir şey söylemiş olmayız. Bu da karakterlere kendi bağımsızlıklarını göstermek için bir fırsat verir. Yani karakterler, herhangi başka bir romanda otoriteye başvurarak çözecekleri sorunları tek başlarına veya çevresindekilerden yararlanarak onlarla beraber iş birliği ile çözmek zorunda kalırlar.
Hatta bazen baskı altında kalıp hızlı kararlar vermek zorunda kalırlar ve öyleyken bile içinde bulundukları durumdan en sağlıklı şekilde çıkabilmek için ne gerekiyorsa yapmak durumundalardır. Basit terimlerle: zeki ve pratik olmak zorundadırlar. Biz okurlar bayılırız buna çünkü karakterlerin aldıkları kararlar bize onlar hakkında çok fazla şey anlatır. Böylece karakter derinleşir, okurların kendilerini yerine koyabileceği üç boyutlu hale gelirler.
Otorite eksikliği bize karakterlerin sadece güçlü olduklarını değil, özlerinde nasıl insanlar olduklarını da söyler. Distopik romanlardaki başkarakterler, yaşadıkları toplumu iyileştirmek için çaba sarf ederler genelde, değil mi? Yani esasında otoritenin yapması gereken şeyleri, başkarakterler kendi başlarına yaparak olayı başka bir boyuta getirirler. Bu da olay örgüsünü etkilediği için okuyucu ile kitap arasında özel ve başka bir bağ kurmasına yol açar.
Belki de tüm bu yazılanların haricinde sadece yazarların karamsar tutumundan hoşlanıyoruzdur, bu bize kendimizi hatırlatıyordur. Kim bilir?