Şimdi şu liyakat meselesine girelim, girelim ki ne durumda olduğumuzu bir kez daha hatırlayalım.
Liyakat… Türk Dil Kurumu’na göre, “Bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk durumu.” Ne kadar basit, değil mi? Ancak bu kadar basit bir kavram Türkiye’de öylesine karmaşık bir hal aldı ki, işin içinden çıkabilen kalmadı. Yani işin özüne bakarsak, hak edenin hakkını alması gerekiyor. Ama bakıyoruz ki, sistemde hak eden değil, kimin adamı olduğun soruluyor. Ve tam burada, işin rengi değişiyor.
Liyakat neydi? İşini en iyi yapanın, en doğru kişiye emanet edilen görevle karşılık bulmasıydı. Ama Türkiye’de son yıllarda bu kavram, anlamını tamamen yitirdi. Ne zamandan beri böyle oldu? Derseniz, herhalde 2000’lerin başından beri yaşadığımız siyasi dönüşümle birlikte, liyakat yerini başka değerlere, daha doğrusu değersizliklere bıraktı.
Bir ülkeyi yönetecekseniz, bir devlet inşa edecekseniz, işin temeline liyakatı koymak zorundasınız. Devlet dediğimiz yapı, sadece binalardan, bütçelerden, yasalarla yazılmış kurallardan oluşmaz. Devlet, ona can veren, işleyişini sağlayan insanlarla ayakta kalır. Eğer bu insanların doğru seçilmesi, hak ettikleri pozisyonlara gelmesi sağlanmazsa, devletin çarkları döner mi? Döner, ama nasıl döner? İşte, döne döne bugünkü haline geliriz.
Bakın, liyakatın olmadığı yerde işler yürümez. Yürüyor gibi görünür, ama yürüyen sadece dışarıya verilen görüntüdür. Bir binanın dış cephesini boyarsınız, parlatırsınız, ama içi çökmeye başladığında, eninde sonunda o bina yıkılır. Liyakatın olmadığı yerde çürüme başlar. Önce sistem yavaşlar, sonra hata verir, ardından çöküş kaçınılmaz olur.
Bugün Türkiye’de liyakatsizlik, sadece devlet yönetiminde değil, özel sektörde de ciddi bir sorun. Devlet kurumları, yıllardır sadakatin liyakatin önüne geçtiği bir sistemle yönetiliyor. İnsanlar, pozisyonlara, işleri gerçekten bildikleri için değil, doğru insanlara yakın oldukları için getiriliyor. Bu da işlerin verimli şekilde yürümesini imkânsız hale getiriyor. Peki, sonuç? Sonuç ortada: Bir arpa boyu yol alamayan projeler, batık yatırımlar, yanlış kararlarla iflas eden sektörler.
Eğitimde Liyakat
Eğitimde liyakat, bir ülkenin geleceğini şekillendiren en kritik unsurlardan biridir. Eğitim sistemi, bir toplumun en büyük yatırımıdır çünkü o toplumun yarınını şekillendiren nesilleri yetiştirir. Ancak bu iş, öyle herhangi birinin eline bırakılacak kadar basit değildir. Eğitimi layıkıyla verecek, geleceğe umut taşıyacak insanları seçmek gerekir. İşte burada liyakat devreye girer.
Şimdi düşünün; bir öğretmen, kendi alanında uzman, kendini sürekli geliştiren, öğrencilerine sadece ders değil, hayat hakkında da bir şeyler öğretebilen biri. Ve karşısında, sırf belli bir gruba yakın olduğu için öğretmen yapılmış, ama ne pedagojiden ne de öğrenciyi motive etmekten haberdar biri. Aradaki fark devasa. Bu fark, öğrencinin aldığı eğitimi, dolayısıyla ülkenin geleceğini doğrudan etkiler.
Eğitimde liyakat yoksa, öğretmen sadece ders kitabını okur, öğrenciyi notlarla değerlendirir, ezberci bir sistemin içine hapseder. Oysa gerçek eğitimci, öğrencinin düşünme becerilerini geliştiren, hayatı sorgulamasını sağlayan kişidir. Liyakat sahibi bir öğretmen, sadece müfredatla sınırlı kalmaz, öğrencilerini hayata hazırlar. Ama liyakatsiz bir öğretmen, öğrencilerin potansiyelini köreltir, onları düşünmekten çok tekrar etmeye zorlar.
Liyakat olmadığında, eğitimde kalite düşer. İşini bilen insanlar kenarda beklerken, liyakatsiz kişiler koltuklara oturtulur. Bu da hem öğretmenler arasında bir demotivasyon yaratır hem de eğitimde genel bir çöküşe sebep olur. Öğretmen, öğrencisine bir şey katamadığında, o öğrencinin gelecekte ülkesine katkıda bulunması beklenemez. Bu, sadece bireysel değil, toplumsal bir kayıptır.
Eğitimde liyakat eksikliği, uzun vadede toplumsal eşitsizlikleri artırır, fırsat eşitliğini ortadan kaldırır. Çünkü eğitim, bir ülkenin en büyük eşitleyicisidir. Kaliteli eğitim almış bireyler, ekonomik veya sosyal durumlarına bakılmaksızın başarıya ulaşabilir. Ancak liyakatsiz bir eğitim sisteminde, bu fırsat herkes için geçerli olmaz. O yüzden, eğitimde liyakat, toplumsal adaletin de bir gereğidir. Eğitimde liyakatı sağlayamazsak, geleceği sağlam temeller üzerine inşa edemeyiz. Öğretmenlik, sırf birilerinin tanıdığı olduğu için yapılacak bir meslek değil, liyakat sahibi insanların layıkıyla yapması gereken bir iştir. Bugün eğitimde atılan her yanlış adım, yarın bu ülkenin geleceğinde büyük sorunlara yol açacaktır. Eğitimde liyakat, ülkenin yarınlarını kurtaracak yegâne anahtardır.
Yargıda ve Hukukta Liyakat
Yargı dediğimiz sistemin özü, adalet dağıtmaktır. Ama adalet dağıtmanın yolu sadece kanunlardan geçmez. Yargının işleyebilmesi için en önemli şey, o koltuklarda oturan kişilerin liyakat sahibi olmasıdır. Eğer yargı organlarında çalışanlar, hak ettikleri için değil de bir yerlere yakın oldukları için o pozisyonlara getirildiyse, o sistem çöker. Çünkü hukukun temeli liyakate dayanır. Liyakat olmadığında, adalet dağıtılmaz; sadece güç sahiplerine hizmet eden bir mekanizma haline gelir.
Şimdi bir düşünelim. Bir hâkim ya da savcı, o pozisyona gelene kadar yıllarca eğitim alır, deneyim kazanır. Ama bir bakıyorsunuz, yargının en önemli makamlarına, adaletle değil, siyasi bağlantılarla gelen insanlar oturuyor. İşte tam burada adalete olan güven sarsılır. Yargıda liyakatin önemi, hukuk düzeninin devamı için olmazsa olmazdır. Çünkü adaletin doğru dağıtılmadığı bir yerde, toplumun geri kalanı da çökmeye başlar.
Adalet dediğimiz kavram, herkese eşit davranmayı gerektirir. Ama yargı mekanizmasında liyakat olmadığı zaman, bu eşitlik ortadan kalkar. Kararlar kişisel çıkarlar doğrultusunda alınır, güçlünün lehine şekillenir. Hâkim, savcı ya da hukukçu, işini doğru yapmıyorsa, yani o işi gerçekten hak ettiği için değil de bir yerlerden referansla gelmişse, orada adalet tecelli etmez. Bunun sonucunda da halkın yargıya olan inancı sıfırlanır. Bugün Türkiye’de yaşadığımız durum tam olarak budur.
Şu soruyu sormak lazım: Yargıda liyakat olmadan adalet olabilir mi? Cevap net: Olamaz. Çünkü yargı, bir ülkenin teminatıdır. Ama o teminatı sağlayan kişilerin liyakatsiz olduğunu düşündüğünüz anda, o ülkede kimse adaletin sağlanacağına inanmaz. Bu da toplumsal çürümenin en büyük sebeplerinden biridir.
Siyasallaşmış bir yargı, sadece adaleti değil, hukukun kendisini de bitirir. Bir hâkim ya da savcı, siyasi baskılarla karar veriyorsa, orada hukuktan söz edilemez. Liyakat sahibi olmayan kişiler yargı organlarında yer aldığı zaman, toplumda hukuk düzeni bozulur. Bu insanlar, kendi çıkarlarına uygun kararlar vermeye başlarlar. Ve bu durum, hukukun üstünlüğü ilkesinin tamamen ortadan kalkmasına sebep olur.
Bakın, yargıda liyakatin olmadığı bir düzende, masum biri bile adalet beklerken suçlu çıkabilir. Suçlu olan biri ise, güçlü bağlantılarla aklanabilir. Bu durum, toplumu derinden yaralar. Çünkü adalet, toplumun en temel ihtiyacıdır. Adaletin olmadığı bir yerde, huzur olmaz. Ve bugünkü Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri de budur: Yargı, liyakatsiz kadrolarla dolup taşmış, siyasallaşmış ve halkın güvenini yitirmiştir.
Bu sistemin düzelmesi için yapılması gereken tek şey, yargıda liyakatin tekrar tesis edilmesidir. Hukuk eğitimi almış, işini bilen, bağımsız düşünebilen, tarafsız kararlar verebilecek insanların yargı organlarında yer alması şarttır. Eğer bu sağlanmazsa, Türkiye’de adalete olan inanç her geçen gün azalacaktır. Liyakatı esas almadan atanan hâkimler ve savcılarla bu ülkenin hukuk sistemi düzelmez.
Liyakatın Yokluğu: Türkiye’nin Kangreni
Bir insan düşünün, mesela çok başarılı bir doktor. Ama bu doktorun çalıştığı hastanenin başhekimi, doktorlukla alakası olmayan, sırf bir yerlere yakın olduğu için o pozisyona getirilmiş birisi. Sizce bu hastane düzgün işleyebilir mi? Hayır. Çünkü doktor, işini yapmaya çalışırken başhekimin saçma sapan kararlarıyla uğraşmak zorunda kalır. Aynı şey devlette de geçerli. İşini bilen bir memur, amiri olan liyakatsiz yöneticinin anlamsız emirlerine boyun eğmek zorunda kalır. İşte tam burada, işin içinden çıkılmaz bir hal alır.
Liyakat olmayınca, insanlar çalışmaya, üretmeye, yaratmaya küser. Niye çalışsınlar ki? Kimse çabasının karşılığını alamayacağını bildiği bir sistemde motivasyon bulamaz. O zaman da ortaya şu meşhur deyim çıkar: “Burası Türkiye abi.” Evet, burası Türkiye. İşte bu yüzden, “Burası Türkiye” cümlesi liyakatsizliğin kitabını yazar.
Liyakatsizliğin Ekonomi Üzerindeki Etkileri
Şimdi gelelim liyakatsizliğin ekonomi üzerindeki yıkıcı etkilerine. Ekonomi dediğimiz şey, güven üzerine kurulur. İçeride ve dışarıda size güven duyulacak ki, para kazanasınız. Devletin en üst kademesinden en alt birimine kadar liyakatsizlik hâkimse, kim size güvenir? Mesela Merkez Bankası. Faiz kararları alıyor, enflasyon hedefleri koyuyor. Bu kararları veren kişi, liyakat sahibi değilse ne olur? Piyasalarda güven kalmaz. Dış yatırımcı kaçar, içeride işler sarpa sarar.
Türkiye’nin bugünkü ekonomik krizi, sadece dış güçlerle, dünya ekonomisiyle açıklanacak bir şey değil. Liyakatsizlik, en büyük sorunlardan biri. Ekonomiyi yöneten kadroların bir kısmı, ekonomiden bihaber. Her şey siyasi hesaplarla şekilleniyor. İşte bu yüzden, son dönemde alınan ekonomik kararlar, enflasyonu kontrol altına almak yerine daha da artırıyor. Çünkü işi bilen insanlar yerine, sadakatin ödüllendirildiği bir düzen var.
Toplumsal Çöküş: Kimse Güvenmiyor
Bu liyakatsizlik yalnızca devlet kademeleri ve ekonomiyle sınırlı kalmıyor. Bu hastalık topluma da yayılıyor. “Nasılsa hak eden değil, torpili olan kazanıyor” düşüncesi insanlara yerleşiyor. Bu da toplumsal güveni yok ediyor. Herkes birbirine şüpheyle bakar hale geliyor. Gençler, “Bu ülkede çalışarak bir yere varılmaz” düşüncesine kapılıyor. Beyin göçü artıyor. Yani, işte bu noktada ülkenin geleceği gidiyor.
Kurumların içi boşaltılıyor, insan kaynağı çürüyor, toplumsal yapı zarar görüyor. Peki, bu nereye kadar böyle devam eder? İşte en tehlikeli sorulardan biri de bu. Liyakat sisteminin olmadığı bir düzen, er ya da geç patlar. Şu an Türkiye, bu patlamaya doğru hızla ilerliyor. Ancak bunu değiştirmek mümkün mü? Elbette. Liyakatin önemini anlayan, işi ehline veren bir zihniyetle, ancak ve ancak o zaman bu çöküşten kurtulabiliriz. Ahlaki çöküş dediğimiz mesele, işte tam da liyakat ve sadakat dengesinin bozulduğu yerde başlar. Bir ülkede, başarıya giden yol liyakattan değil de sadakatten geçmeye başlamışsa, orada artık ahlaktan bahsetmek zorlaşır. Tek adam rejimlerinde bu durum kaçınılmazdır. Çünkü o tek adam, her şeyi kendine göre şekillendirmek ister. Kendi etrafında, kendine sadık bir kadro kurar. Düşünün, bir ülkede en üst kademeden en alttakine kadar işini en iyi yapanlar değil, en sadık olanlar yükseliyorsa, orada hangi değerlerden bahsedebiliriz?
Hadi gelin, bir adım daha ileri gidelim. Sadakatin ödüllendirildiği, eleştirinin susturulduğu bir ortamda kim doğruyu söyleme cesaretini gösterir? Kim sistemin yanlışlarını dile getirir? Kimse. Herkes susar, çünkü konuşmanın bedeli ağırdır. İnsanlar alkışlamayı öğrenir. O alkış sesleri arasında etik değerler, doğrular, adalet kaybolur gider. Ve işte burada ahlaki çöküş başlar.
Bakın, “hak eden” yerine “kimin adamı” olduğu sorulmaya başlanan bir toplumda, yozlaşma kaçınılmazdır. İnsanlar liyakat için çalışmayı bırakır, kimlere yakın durmaları gerektiğini düşünmeye başlarlar. Bu, bireysel seviyede bir çürüme değil, toplumsal bir çürümedir. Toplumun her kesimine sirayet eden bir hastalık gibidir.
Etrafınıza bir bakın, işini en iyi yapan insanlar mı ödüllendiriliyor, yoksa en sadık olanlar mı? İşini bilenler mi yükseliyor, yoksa biat edenler mi? Ahlaki çöküş, işte bu sorulara vereceğiniz cevapta gizlidir.
Liyakat, bu ülkenin damarlarına can veren bir kan gibidir. Kan akmazsa, vücut nasıl hayatta kalamazsa, liyakatın olmadığı bir ülke de ayakta kalamaz. Devletin, ekonominin, toplumsal yapının kurtuluşu ancak liyakata geri dönmekle mümkündür. Hak edenin hakkını aldığı bir sistem inşa edilmezse, Türkiye’nin önündeki yıllar daha da zor geçecektir.