Şu anda bir şizofreni hastası olup halüsinasyon görmediğinizi nasıl kanıtlayabilirsiniz? Belki de bir bedene sahip olmayabileceğinizi hiç düşündünüz mü ? Ya laboratuvarda bir kavanozun içerisindeki bir beyinden ibaretseniz ? Descartes için bu sorular kartezyen düalizmin çıkış noktası oldu.
Felsefe; Yunancada sevmek, peşinden gitmek, aramak anlamına gelen “philia” ve bilgelik anlamına gelen ‘’sophia’’ kelimelerinin birleşiminden oluşan bir kavram olarak tanımlanıyor ve şüphe kuşkusuz felsefenin temellerini oluşturuyor ancak Descartes şüpheyi adeta yeniden var edip bambaşka bir boyutta sunuyor bizlere.
René Descartes, septik düşünürlerden farklı olarak doğru bilgiye ulaşmanın imkansız olduğu fikrinden ziyade yöntemli bir şüpheciliği savundu ve doğru bilgi arayışı sonucunda bir şeyden emin oldu ki o da şüphe ettiğiydi. Evet, ne olursa olsun şüphe etmediği tek şey, o anda şüphe ediyor olduğuydu.
Düşünüyordu: Sorguluyor, akıl yürütüyor, bilgileri akıl süzgecinden geçiriyor, hiçbir şeyi göründüğü gibi kabul etmiyor ve şüphe ediyordu. Bunlar düşünmenin genel özellikleriydi. Yani kesin olarak düşündüğünü biliyordu. Kendisi var olmalıydı ki düşünebilsin. Olmayan bir varlık düşünemezdi zira.
Descartes buna dayanarak felsefe literatürüne girecek olan şu meşhur cümleyi kurdu. “Düşünüyorum öyleyse varım. (Cogito ergo sum)”
“Eğer varlığımdan sadece aklım sayesinde emin olabiliyorsam bu, bedenimden şüphe etmemin önündeki bir engel değildir. Bir bedene sahip olmayabilirim. Sadece bir laboratuvardaki kavanozun içerisindeki bir beyinden ibaret olabilirim. İnsan olduğumu zannetmeye yönelik programlanmış bir yapay zeka olabilirim. Hatta hiçbir maddi töze gereksinim duymayan bir ruh da olabilirim. Bu yüzden ruhu -yani düşünmemize olanak sağlayan şeyi- bir bedenle veya herhangi bir maddeyle ilişkilendirmem doğru olmaz.” Sözleriyle bu fikrini açıklıyordu.
Kartezyen felsefe, akıl yordamı ile her şeyden şüphe duyarak doğru bilgiye ulaşmayı amaçlıyor. Yani insan, hayatı boyunca doğru bildiği tüm bilgilerden şüphe duymalı, eleştirmeli ve doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde kesin yargıya varamayacaklarını ise yanlış saymalı diyor kısaca.
Çünkü bir elma, çürük olma ihtimali bulunduruyorsa tüm sepeti çürütme riski vardır. (Burada çürük elma metaforu ile atıfta bulunduğu yanlış bilgiydi şüphesiz.)
Descartes, “Şüpheler Metodu” olarak isimlendirilen bu metot ile zihni içi elma dolu bir varil olarak tanımlıyor. Varilin içinde hem iyi elmalar vardır, hem de kötü. Bir filozof ise tüm varili, her bir elmayı teker teker inceleyerek tüm kötü durumdakileri ayırıp yalnız en iyi kalitede olanların kalmasını sağlamayı sorumlulukla yerine getirmelidir diye düşünüyordu.
Ünlü düşünür şüphe ile hayatı boyunca doğru bilgiyi arayacaktı fakat sonunda elinde sadece şüpheleri kalmamalıydı. Bu riski ortadan kaldırmak için bir sistem geliştirdi. İşte bu arayış kartezyen felsefe yöntemini ortaya çıkardı.
Dünyada doğru gitmeyen şeylerin bir çoğunun aklımızı yanlış kullanmamızdan; kafa karışıklığı, kötü tanımlamalar ve bilinç dışı (burada Freud’un psikanalizde ifade ettiği fikirlere paralel fikirler ileri sürüyor) mantıksızlıklardan kaynaklandığına inanan Descartes, ‘Kartezyen düalizm’de zihnimizin bedenimizden ayrı fakat onunla etkileşim içinde olduğu savını ortaya attı. (Bu din felsefesinin de mutlak doğru kabul ettiği bir şeydi haliyle en kabul gören teorisi bu olabilir sanırım.)
Descartes’a göre beynimizdeki tüm bilgilerin doğruluğundan en az bir kere şüphe etmeliyiz.
Öyle ya doğruluğunu ispatlayamadığımız şeyi doğru kabul etmek mantık dışı bir iyimserlikten başka ne olabilir ki?