“Seni ölesiye seviyorum, ölesiye…” Bir romanda okunduğunda kulağa son derece romantik gelen bu cümle gerçek hayatta nasıl yankılanıyor dersiniz?
Ölmek ile sevmek eylemlerinin iç içe geçtiği bu anlam karmaşasında var olmak hangi kelimeden geçiyor sizce? Sevmek mi? Ölmek mi?
Sevgisi öldürülmekle sınanan, aşkı; Ölümüne tercih edilen ya da kendisine ait olan hayatı yaşadığı için öldürülen daha da ilerisi kendini öldürmesi boyutuna sürüklenen hayatların varoluş mücadelesi içindeki bu yok oluş hikayesi bize neyi anlatmak istiyor?
Aslında birbirinden bağımsız bu iki yol, nasıl olmuşta bir yol ayrımında bir araya gelmiş? Birini sevmek için kendinden vazgeçmek ya da kendinden vazgeçerek sevmeye çalışmak, hangisi daha acı? Ya da hangisi bir zorunluluk olarak karşımıza çıkarılma hakkına sahip?
Şimdiden birçok soru işareti ile dolu bu yazı, söyleyecek sözleri olanlara suskunluk bahşeden sistemin duymak istemeyeceği türden söylemlerin “Onur” dolu şölenine davet ediyor sizi.
Eğer Shakira kemerlerinizi taktıysanız direnmeye başlıyoruz.
Bundan tam 55 yıl önce 28 Haziran günü, ABD’nin New York kentinde bulunan Stonewall isimli mekâna yönelik istismarlaşan polis baskınları ve baskısı, tarihteki ilk büyük eşcinsel ayaklanmasının fitilini ateşledi ki o ateş hala yürekler de bir deli orman misali yanmaya devam ediyorken tüm yasaklara inat, hayatın bir cilvesi mi? Yoksa kendini güvenli sınırlarda hissetmek ihtiyacının getirisi mi bilinmez; Dilimiz de ki çevirisi “Taş Duvar” olacak bu mekanın önünde toplanan hak arayışında ki kalabalık, polise direnmek pahasına eylemlerini günlerce sürdürdü. Ölüp de yine boyun eğmediğimiz aşk, toplumun sözde ahlak kurşunlarına dizilirken, ONURLU varoluş mücadelesinin ilk cephesi burada açılmış oldu.
Direnişi takip eden günlerde, ismi Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi’nden esinlenilen “Gey Kurtuluş Cephesi” (GLF) kuruldu. GLF sadece homofobiye değil ırkçılığa, Vietnam işgaline ve kapitalizme karşı olduğunu da duyurdu. Bir sene sonra Los Angeles ve New York şehirlerinde ayaklanmanın yıldönümü vesilesiyle ilk Onur Yürüyüşleri düzenlendi. Onur Yürüyüşleri süreç içinde, daha geniş bir zamana yayılan etkinliklerden oluşan Onur Haftası’na evrildi.
Ülkemiz de bu yıl 24-30 Haziran tarihleri arasında kutlanacak demeyi çok istediğim Onur Haftası her sene olduğu gibi bu yıl da ataerkil zihniyetin yasaklayıcı tavrının en etkin enstrümanı olan orantısız şiddetin mağduriyetinin tadına baktırılarak hiçbir şey yaşanmamış gibi görülmez kılınıp bizden uzaklaşacak, taa ki öbür yıla kadar. Ancak bu uzaklaştırma sadece eril egemen sistemin korkuya teslim olmuş sanrılarının, duygular üstüne şimşeklerini yollaması ile değil, biçimselliğini koruma telaşına düşmüş homofobik muhafazakar tavrın da korku temelli öfkesini sergilemesi için ışıltılı bir sahne haline dönüştürülüyor.
Gün geçtikçe sarmal halde artarak devam eden bu “Nefret Bulimia”sı sevdaya, duygulara, haklara, özgürlüğe ve insanca olan her ne varsa yok etmeye yeminli gibi görünse de unutmamalı ki ne yeminler bozulmuştur aşk uğruna.
Kerem’in Mecnun’u, Aslı’nın Leyla’yı sevdiğini haykıramadığı bu dünya her gün güneşe değil, ataerkil düzenin yetersizlik kompleksi ve bunun getirisi olarak üstün hissetme kaygısı sonucu dışlayarak dönüştürmeye zorladığı duyguların toplumsal düzen tarafından yok sayılmasıyla karanlığa boğuluyor.
O karanlık ki içinde tonlarca örtülmüş, gizlenmiş ve söz de ahlaka büründürülmüş yok edilmesi gereken milyonlarca insanlık dışı şeyi barındırırken, halihazırda yaşatılmaya çalışılan bu kötülüğün altında, tüm başkaldırısına rağmen hala aşk ezdiriliyor. Bu ikiyüzlü, kayırmacı ve ataerkil kaygılar ile bezendirilmiş ahlak anlayışının kodlamaları üzerine dayatılan; duyguyu cinsiyetleştirmenin sonucu olarak birbirini sevmeye zorlanan insanlar mutsuzluk deryasının en büyük dalgasının altında kalıp boğularak kıyıya vuruyor. Olan yine Leyla’lara, Mecnun’lara, Kerem’lere ve Aslı’lara oluyorken mutsuzluktan beslenmeyi hayat tarzı haline getirmiş geyşa ruhlu toplumlar hizmetkarı oldukları eril tahakkümü doyurma görevini büyük bir iştah ve şevk ile yerine getirmek için adeta yarışıyor.
Ama tüm yaşatılanlara rağmen “Top” oldukları, yaşamaları söylenen hayata mahkum edildikleri hatta maktul oldukları bu dünya da “Onurlu Aşıklar” olmalarını bir türlü kaldıramayanlara inat, onlar kendilerine sarılmaya devam eden yürekli bir o kadar da meydan okuyan tavırları ile aşklarını gün yüzünde tutmaya devam edecekler bir Onur Haftasında daha, gecenin kuytusunda gündüzün saklısında yasaklı zihniyetlerde çok şeyler yaşayanlara inat, LGBT’li bireyler meydanlarda tüm engellemelere rağmen varız demeye devam edecekler.
Hiç sevmemiş hiç sevilmemiş ama her şeyin en doğrusuna hakim olma da zirve olan hayat hırsızları tarafından dayatma doğrular ile çevrelenmiş doğru hayatlarının yanlışı olarak görüldüler, üzerimize yıkılan o ahlakçılık duvarının taşları ile yaralandılar ama aşk ile sarmalarına izin verilmediler. Sevmenin izne tabii olduğu dünya da yaralanmak hatta yaşamamak serbest sayıldı öyle ki isimlerimizi bile seçemeyerek geldiğimiz bu dünya da kimi seveceğimizi, nasıl yaşayacağımızı seçmek Ahmet Amcaya, Fatma Teyzeye, Nermin’e, Osman’a dert oluyor gibi görünse de;
“Yıldızların hırsızları mı var?
Tutamam, Tutamam hep yeni bir gün doğar”.
Hatırlatmasını yapmadan geçmek istemem. Yıldızların gökyüzüne sığdığı bu dünya da duygularımızı hayata sığdıramamak bize verilene bize ait olana, sırt dönmek değil de nedir? Her sırt dönüş vicdanının sesine sağırlaşmış hırsızların heybesini hazinelerle doldurmaktan başka neye yarar? Her gün homofobik hezeyanlar üzerinden hayatlarını talan ettiğiniz, aşağıladığınız, dışladığınızı sandığınız ve anlamlarını kaybettirmek için uğraştığınız LGBT bireyleri yıldızlar gibi, tüm ışıklarını; Korkusuzca ve tüm geceye inat kuşandıkları cesaretleriyle, siz, karanlıktan beslenen korkak ruhların saklı gizlerinin üzerlerine, saçmaya devam ediyor hem de en gökkuşağından.
Öyle ki her yeni doğan güne inat, karanlık tarafın, Süperego bataklığında ilerlemek için insan üstü çaba sarf eden eril tavrın ahlak bekçileri ve gönüllerine asma kilit vurmuş ataerkil dünyanın kurmay askerleri öz de değil söz de gelenek, inanç ve ahlak kutsal üçgenlerinde minik patriarşik dünyalarını homofobik söylem ve davranışlar üzerinden yüceltirken çok önemli bir gerçeği kaçırmaktan yine kendilerini alıkoymak istemiyorlar;
Eğer inanç kişiselse,
Günah ve sevap karşılığında insana hür irade verilmişse,
Mutluluk yürekli olana yakışıyorsa, ben sevdiysem buna kim karışır,
Modern zamanlarda aşk
Dibdidirırum,
Peki, Aşk Onursuz olur mudur?
Bu sorular içinde sonsuz döngülerinde savrulan ve sevmekten çok korkan toplumlar sadece sevmeyi bilmiyor değil her gün sevme ve sevilme şansından da uzaklaşıyordur hem de hiç geri dönmemecesine. Aşka erişmek için atılan her adım insanı yok etmemeli, öldürmemeli ya da sevgisizliğe mahkum etmemeli. Sevgi çok yollardan geçmeye zorunlu tutulmuş olsa da bu ne cinsiyet, ne din, ne ırk ne de başka bir şeyle örülü olabilir.
Ömer Hayyam diyor ki;
- Yolumun üstünde bir tuzak kurdun,
- Bir de diyorsun ki: Yürü iznim var!
- Cihanda kudretin her şeye hakim,
- Beni yürüten sen, adım günahkar!
- Onurlu haftamızın günahkar yürüyüşü kutlu olsun!
- Yaşasın Tam Bağımsız LGBT, yaşasın Onurlu Aşıkların varoluş savaşı!