İyileşmek nedir? İyileşmek denince aklımıza ne gelir? Neyi iyileşmek olarak tanımlayabiliriz? Neyin iyisi veya kime göre iyi? İyileşmek bir hal midir? Kalıcı bir değişiklik mi? İyilikte olmanın geçerliliği nedir?
Ruh sağlığı alanında sıkça duyduğumuz bir tabirdir; ‘İyileşmek’. Birey muhakkak iyileşmeli. Alâ. Fakat iyileşmeden ne bekleriz? Bizi sürecin sonunda hangi iyilik beklemektedir? İyinin sonu nedir ve garantörlüğü neye göre temin edilmiştir?
Öncelikle şunu belirtmek gerekir; sözlükte ortak bir kesin tanımı olsa da hiçbirimizin iyi tanımı birbirimizinkine benzemez. Her bir bireyin kendine özgü hayat öyküsü, yaşayışı, bakış açısı vardır. Daha geniş şekliyle aslında şöyle diyebiliriz; İyilik, şahsa göre şekillenen o esnada olmadığımız hallerdir. İyileşmeyi o anki ruh halimiz dışında bir durumla açıklamaya çalışır; iyileşme halini, ulaşılacak bir ruh destinasyonu olarak umut ederiz. Bu da bizi ‘iyileşmeden’ uzak tutan esas dilemmadır. Neden kendimizi iyileşmek zorunda görürüz?
Tasavvuftan örnek verecek olursak; tasavvufta teslimiyet inancı vardır. Teslimiyet inancı, bir yandan da insanın mertebelerinden erdemin kendisidir. Bu ulvi inanç aslında bize şunu anlatır: Olacak olan olur. Elimizde müdahale yetkisi olsun olmasın, olanlarla, olmuşlarla veya olacak olanlarla bir inkar halinde olmak ve üzerine iyileşmeyi beklemek çok da ütopik olmaz mıydı?
Issız bir kıyıda vapur bekliyorsunuz. Belirsiz, kesinsiz. Gelebilir, gelmeyebilir, teğet de geçebilir. O kıyıda durup beklemeye devam eder miydiniz? Ne kadar isyan edersek edelim, ne kadar çırpınırsak çırpınalım elimizde değildir gemi. Gemiyi bekleyerek ömründen, sabrından tüketmek de akıl karı değildir değil mi? Adapte olmak gerekir mevcut düzene, geminin gelişine güvenmek yerine an’a teslim olmak…
İyileşmeyi ‘beklemeyi’ de vapuru beklemeye benzetebiliriz. Her beklenti gibi bu beklenti de hüsrana çok yakın bir olasılıkta olabilir. İlla ki o iyileşme anını hasretle beklemek, sihirli bir değnek gibi hayatımıza dokununca o vakit her şeyin düzeleceğine körü körüne veya boşu boşuna inanmak yerine neler yapabiliriz? Sürecimizi sevebiliriz, adımlarımızı, iniş ve çıkışlarımızı… Yolu sevebiliriz, varacağımız yeri bilemediğimize göre. Hiç kimse size sonucu garanti edemeyecektir, fakat tümseklerden çukurlardan korkmadan geçe geçe varacağınızı, nerede atlayıp nerede sıçrayacağınızı keşfetmek yolunuzu kolaylaştıracaktır. Bazen çıkmadan önce batabileceğimizi de bilmeliyiz. Üzerine yük diye giydiği beklentilerden kurtulunca insan, kamburunu da askıya asarmış.
Hayatın renkleri dediğimizde gözümüzün önüne kocaman bir renk kartelası gelir, işte ruhsal süreçler de yaşamın ta kendisi olup o kartela gibidir, her rengi barındırır, üzüntüden kaçmaya çalışmak, kızmayı kötü görmek, umutsuzluğu bitiklik saymak, her dakika mutlu ve iyileşmiş olarak kalmayı düşünmek insanın yaradılış doğasıyla mücadele etmesi demektir, bu mücadelenin kazananı olmaz. Renkleri yok sayamayız, her birini içtenlikle kabul edip, her birini doğru bir şekilde kullandığımızda resmimiz tamamlanır, işte iyileşmek teklikle değil tüm renklerde hemhal ile olur.
Sözün özü; varışlar değil yoldur bizi biz yapan, yolun açık olsun sevgili okuyucu.