Toz, toprak ve devlet… Üç kelimenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bu derin metafor, aslında bir memleketin ruhuna dokunur.
Toz, geçmişi ve hafızayı; toprak, coğrafyayı ve mekânı; devlet ise bu iki unsurun birbirine karışıp bir kıvam bulduğu düzeni temsil eder. Peki, toprak neden yurt haline gelir? Toz, yani tarih, bellek ve ortak bilinç olmadan bir toprağın yurt olamayacağı açıktır. İşte mesele de tam burada düğümleniyor: Türkiye, hafızasının tozunu ne kadar biriktirebiliyor?
Toprağı Yurt Yapan Tozdur
Toprak, insanın ayak bastığı yerdir; yurt ise üzerine ruhunu eklediği mekân. Bu ruh, sadece kanla yazılmaz; tarih ve bellekle işlenir. Kan bir başlangıçtır belki, ama kalıcılığı sağlayan, o kanın üzerine biriken tozdur. Tarihin tozu, hafızanın izidir. Ancak Türkiye’nin en büyük sorunu, topraklarını korurken tarihini ihmal etmiş olmasıdır. Bellek kazınmış, yerini yüzeysel semboller almıştır. Oysa bir millet, hafızasını unuttuğu an toprağını yitirmese bile yurdunu kaybeder.
Yurt dediğimiz şey, sadece siyasi sınırlarla belirlenmez. Coğrafya bir mekândır; fakat onu yurt yapan, tarihsel derinliktir. Bu derinlik, o toprak üzerinde yaşayan insanların ortak bilinci ve bir arada yaşama iradesidir. İşte bu yüzden, “vatan” dediğimiz şey, yalnızca askeri bir koruma meselesi değil, aynı zamanda bir bellek ve ruh meselesidir.
Devlet: Akıl, Adalet ve Liyakat
Devleti yücelten şey, sadakat ya da iman değildir. Devlet, bireylerin ortak akıl ve iradesiyle, duygusallıktan uzak bir şekilde inşa edilmelidir. Akıl, devleti hem kuran hem de ayakta tutan temel unsurdur. Çünkü iman, bireyin meselesidir; devletin varlığı ise adalet ve liyakata bağlıdır.
Adalet, devletin köküdür. “Adalet mülkün temelidir” derken, adaletin yalnızca mahkemelerde değil, toplumsal ve siyasal yapılarda da hâkim olması gerektiği vurgulanır. Adalet, insanın üç temel yetisinin –arzu, öfke ve düşünce– dengelenmesiyle mümkündür. Aşırı zeka ya da yoğun duygusallık, adaletin zeminini kaydırır. Fazla zeka, aklı zayıflatır; aşırı duygusallık ise iradeyi çürütür. Devletin başarısı, bu dengeyi kurabilme yetisindedir.
Estetik ve Cemal: Güzellik Adaletin Aynasıdır
Bir devletin varoluşunu anlamanın en iyi yolu, onun estetik algısına bakmaktır. Estetik, tamamlanmışlığın, yani kemalin yansımasıdır. Güzellik, eksikliği giderilmiş olandır; çirkinlik ise eksik bırakılmışlığın adıdır. Osmanlı ve Selçuklu estetiği, bir dönemin ihtişamını yansıtsa da, geçmişin güzelliğine saplanıp kalmak, bugünün ihtiyaçlarını karşılamaz. Tarih, doğal bir şekilde eskimeli, tozlanmalı; geçmişin yükü bugünün sırtında taşınmak yerine, bugünü besleyen bir katman haline gelmelidir.
Cemal, yalnızca fiziksel güzellik değildir; bir devletin adalet ve düzen algısını da yansıtır. Çünkü düzenin kemali, cemalin kendisidir. Eksik bir düzen, çirkin bir devlete; çirkin bir devlet ise güvensiz bir topluma yol açar.
Türkiye’nin Sorunu: Hafızanın İhmal Edilmesi
Türkiye’nin tarihsel sorunu, hafızasını yeterince sahiplenememiş olmasıdır. Toprağını fiziksel olarak koruyabilmiş ama onu yurt haline getirecek tarihsel derinliği oluşturmakta yetersiz kalmıştır. Sadece sınırları savunarak bir yurda sahip olunmaz; o sınırların ötesinde, ortak bir hafıza ve bilinç inşa edilmelidir.
Devletin sürekliliği, tarihsel bilincin ve ortak iradenin korunmasına bağlıdır. Bu da ancak akıl ve liyakat ile sağlanabilir. Duygusallık ya da din, devlet yönetiminde belirleyici unsurlar olamaz; çünkü bunlar, bireyin özel alanına ait meselelerdir. Devlet, aklın, adaletin ve liyakatin bir ürünü olarak var olmalıdır. Ancak bu şekilde, hafızanın tozunu koruyabilir ve toprağı yurt haline getirebiliriz.
Son Söz: Tozlanmaya İzin Verin
Bir milletin tozlanmaya ihtiyacı vardır. Ama bu, tarihin unutulması değil; tarihin doğal bir şekilde eskimesine, derinleşmesine izin verilmesi anlamına gelir. Türkiye’nin toprağı, tarih ve hafızayla yoğruldukça, yurt olma vasfını kazanacaktır. Ancak hafıza, yalnızca bir koleksiyon ya da arşiv meselesi değildir. O, bir toplumun kimliği, ruhu ve geleceğidir.
Toprak korunabilir; fakat yurt, ancak tozla yoğrulursa anlam kazanır. Devlet ise bu toprak ve tozun akıl, liyakat ve adaletle harmanlanmasıyla süreklilik kazanır. Çünkü bir devletin temeli, iman değil; adaletin ve aklın ortak ürünü olan liyakattir. Ve bu liyakat, geçmişin izlerini unutmadan geleceğe bakabilme cesaretiyle inşa edilir. Devlet, bir milletin ortak iradesinden doğar; ancak bu doğuş, yalnızca fiziksel bir varoluşun değil, aynı zamanda zihinsel bir inşanın sonucudur. Tarih boyunca birçok toplum, devleti ayakta tutacak unsurlar üzerine kafa yormuş, çeşitli formüller geliştirmiştir. Ancak şu bir gerçektir ki, devletin temeli ne iman ne de sadakattir. Devletin varlığını sürdürebilmesi, adalet ve aklın ürünü olan liyakatin tesis edilmesine bağlıdır. İman, bireyin kendi iç dünyasında yeşerir; bir toplumu, hele ki bir devleti ayakta tutacak güç değildir. Çünkü iman, bireyseldir, özneldir ve sınanamaz. Sadakat ise çoğu zaman imanın bir türevi olarak görülür. Ancak sadakat, bağlılık gösterilen şeye göre değer kazanır ya da kaybeder. Devlet, sadakate yaslandığında, liyakatin altını oyabilir; çünkü sadakat, ehil olmayanın, sırf bağlılığı nedeniyle yetki sahibi olmasına kapı açar.
Oysa devlet, bireylerin duygusal bağlılıklarıyla değil, akıl ve liyakat temelinde işleyen bir sistemle var olur. Sadakat, kişisel bir erdem olabilir; ama devlet yönetiminde esas alınması, o erdemi yozlaşmaya dönüştürebilir. Bir toplumda sadakat liyakatin yerini aldığında, devleti yönetenler ehil kişiler değil, yalnızca “doğru yere bağlı” kişiler olur. Devleti bir inanç sistemi üzerine bina etmeye çalışan her düzen, kısa sürede çatırdamaya mahkûmdur. Çünkü iman, sorgulamanın ve eleştirinin önüne duvar örer. Oysa devlet, eleştiriyle, akılla, tartışmayla güçlenir. İmanın yerine liyakatı koymak, devleti duygusal bir yapı olmaktan çıkarır, rasyonel bir düzen haline getirir. Devletin başarısı, sadakat gösterenlerin değil, işini en iyi yapanların yetki sahibi olduğu bir sistemle mümkündür. Adaletin olmadığı, liyakatin göz ardı edildiği bir devlet, sağlam bir yapı kuramaz. Bu nedenle, iman bireyin meselesi olarak kalmalı; devlet ise akıl ve liyakatin ürünü bir düzen olarak varlığını sürdürmelidir. İşte bu yüzden, bir devletin temeli iman değil; akıl ve adaletin doğal sonucu olan liyakattir.