Av. Saraç, İstanbul Sözleşmesi’nde kadınların, genç kızların ırza geçme, zorla evlendirme gibi “Namus” adı altındaki gelenek görenekler, töreler şiddete bahane olamaz düşüncesinin açıkça vurgulandığını belirtti.
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin önlenememesi ve neredeyse her gün bir şiddet haberiyle yaşanan gelişmeler tepkiyle karşılanırken, uzmanlar ve hukuk insanları da çözüme yönelik değerlendirmelerde bulunuyor. Uzmanlar, kadına karşı şiddetin başta bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık sorunu olduğunu kabul eden ve Türkiye’nin de imzaladığı “İstanbul Sözleşmesi” nin soruna çare olabileceğini vurguluyor.
Konuyla ilgili Haberton’a özel açıklamalarda bulunan Avukat Ecem Saraç, Türkiye’deki en büyük sıkıntının kadın erkek eşitsizliğinden kaynaklandığını söyledi.
“Töre, şiddete bahane olamaz“
Av. Saraç, İstanbul Sözleşmesi’nin giriş kısmında kadınların, genç kızların ırza geçme, zorla evlendirme gibi “Namus” adı altındaki gelenek göreneklerin törelerin şiddete bahane olamayacağının açıkça vurgulandığını da belirterek, sözleşmenin ayrıca aile içi şiddet derken, aile kavramını evlilik akdi ile kısıtlamadığını ve bu bağlamda geniş bir koruma öngördüğünü kaydetti.
“Ataerkil sistem, kadını birey olarak görmüyor“
Türkiye’de kadının iş, aile ve sosyal hayatta hep dezavantajlı olduğunu ifade eden Avukat Saraç, “ Ataerkil sistem, kadını birey olarak görmüyor. Bu sebeple kadın erkek eşitsizliğini ortadan kaldıracak, kadınları toplumda erkekler ile eşit konuma getirecek pozitif ayrımcılık içeren politikaların arttırılması gerektiği kanaatindeyim” dedi.
Avukat Ecem Saraç’ın Haberton’un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Nedir bu İstanbul sözleşmesi? Türkiye açısından bağlayıcılığını anlatır mısınız?
Sözleşmenin tam adı “Kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” dir. Bilinen adıyla “İstanbul Sözleşmesi”
Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen sözleşme, 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açıldı. Türkiye, sözleşmeyi ilk imzalayan ülke konumunda. İstanbul’da imzaya açılması sebebiyle de “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılıyor.
Sözleşme, 24 Kasım 2011 tarihinde TBMM’de de onaylandı ve 1 Ağustos 2014 tarihinde de yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye, sözleşmeye taraf olarak sözleşmenin getirdiği kural ve yükümlülükleri uygulamayı taahhüt etti.
Sözleşmenin ülkemiz açısından bağlayıcılığını açıklamak gerekirse de; Anayasamızın 90. Maddesinin 5. fıkrası gereği İstanbul Sözleşmesi hukukumuzda kanun hükmündedir. Ve hatta İstanbul Sözleşmesi ile kanunlarımız arasında bir farklılık mevcut olduğu zaman dahi İstanbul sözleşmesi hükümleri esas alınacak ve öncelikli uygulanacaktır.
-Sözleşmenin temel amacı nedir? Ne gibi düzenlemeler barındırıyor?
. Sözleşme kadına karşı şiddetin her türünün, aile içi şiddetin önlenmesi ve şiddet mağdurlarının korunması için önleyici, koruyucu düzenlemeler getirdiği gibi şiddeti sadece fiziksel şiddet olarak değil ekonomik, psikolojik, cinsel kısaca şiddetin her türünü kınayarak tanımlıyor. Kadına karşı şiddetin başta bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık sorunu olduğunu kabul ediyor. Sözleşme ayrıca “toplumsal cinsiyet” kavramını tanımlayan ilk uluslararası düzenleme niteliğinde.
Sözleşme, kadın erkek eşitliğini kadına karşı şiddetin önlenmesinde temel unsur olarak görüyor ve bu bağlamda taraf devletlere kadın erkek eşitliğini sağlayacak bütüncül politikalar alması sorumluluğunu yüklüyor.
Yani kısaca kadına karşı şiddetin önlenmesi, şiddet uygulayanların adalete temsil edilmesi bağlamında taraf devletlere yükümlülükler getiriyor. Şiddeti önlemek için taraf devletlere;
‘Önlemler al, şiddet mağdurlarına kalacak güvenli bir yer sağla, yasal psikolojik danışmanlık ver yeri geldiği zaman finansal yardımda bulun, şiddet uygulayanlara en ağır cezayı ver, iç hukukunda düzenlemeler yap’ gibi yükümlülükler yüklüyor.
Yasalarımızda bu konuda eksiklik var mıdır?
6284 sayılı Ailenin korunması ve kadına karşı şiddetin önlenmesine dair kanunun 1. maddesinde de atıf yapıldığı üzere İstanbul Sözleşmesi hükümleri esas alınıyor. Diğer bir deyişle İstanbul Sözleşmesinin iç hukukumuzdaki yansıması niteliğinde. Bir avukat olarak naçizane düşüncem 6284 sayılı kanunun önemli bir eksiklik içermediğidir.
Yani demek istediğim kanun metninde bir eksiklik olmadığı uygulamadaki eksiklik ve uygulamada karşılaşılan sorunların olduğudur. En basit örneğiyle 6284 sayılı yasa çerçevesinde başvurduğumuz koruma tedbirleri 6 aya kadar süre ile verilebilmekte ama genelde uygulamada mahkemeler 2 ay ve daha altında tedbire hükmetmektedir.
6284 sayılı kanun ‘Şiddet mağdurunun beyanını’ esas alan bir kanun. Bu sebeple de koruma kararı talep edildiğinde mahkemelerin tek seferde 6 aya kadar tedbire hükmetmeleri gerektiği görüşündeyim. Aksi takdirde şiddet mağdurunun bu koruma kararının süresi bitmeden tekrar talepte bulunmasını ve koruma kararının süresinin uzatılmasını talep etmesi gerekiyor. Mağdur süreyi kaçırdı veya atladıysa şiddet riski ile doğrudan karşı karşıya kalıyor.
Ya da koruma kararına aykırılığın yaptırımı, zorlama hapsi olarak düzenleniyor. Yani koruma kararını ihlal edenlerin kısa süreli de olsa cezaevine gireceği öngörülmüş fakat uygulama da pek görmüyoruz. Koruma kararı veriliyor ama ne yazık ki denetimi ve takibi yapılmıyor.
Bu düzenlemelere rağmen şiddet artıyor mu?
Şiddet hep vardı. Günümüz teknolojisinin gelişimi sosyal medyanın yaygınlaşması ile birlikte şiddetin daha bir görünür olduğunu düşünüyorum. Bilgi artık çok hızlı yayılıyor, insanlar bir anda kitlelere ulaşabiliyorlar. Önceden var olan şiddetin üstü örtülebiliyorken günümüzde bunun duyulmasına engel olmak zor. Kadınlarımız artık daha bilinçli, sivil toplum örgütleri günden güne çoğalıyor. Ama ne olursa olsun bunlar yetmiyor şiddetin önüne geçmeye. Maalesef, her gün, her hafta bir kadın vahşice katlediliyor.
Aile içi uyuşmazlıklarda zorunlu arabuluculuk veya uzlaştırma müesseseleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Şu an itibariyle hukukumuzda böyle bir yasal düzenleme yok. Fakat şiddet mağduru bir kadının şiddet faili ile aynı masaya oturup aileyi kurtarmak adı altında yapılacağı söylenen hiçbir görüşmenin adaletli ve doğru olacağına inanmıyorum.
“Aman yuva yıkılmasın”
Ortada bir şiddet varsa ki bu sadece fiziksel olmak zorunda da değil, ekonomik, psikolojik şiddet de olabilir, bu şekilde arabuluculuk, uzlaştırma müesseseleriyle bunun artarak çoğalacağı kanaatindeyim. ‘Aman yuva yıkılmasın’ zihniyeti yüzünden birçok kadın kapalı kapılar arkasında senelerce şiddet ve kötü muameleye uğruyor. Kadının, şiddet failini bir kez affetmesi demek, o şiddetin devam etmesi sonucunu doğruyor.
“Şiddetin üstü örtülmemelidir”
Bu sebeple Aile hukukunda şiddetin söz konusu olduğu durumlarda bu tarz alternatif uyuşmazlık çözüm yollarının uygun olmayacağını düşünüyorum. Kadınların ve tüm şiddet mağdurlarının adalete erişim haklarını engelleyecek süreci uzatacak bir düzenleme olur. Şiddet faili, ceza hukuku bağlamında cezalandırılmalı, aile hukukunda da kadının faili affetmesine teşvik edilmemeli, şiddetin üstü örtülmemelidir.”