Mükemmeliyetçilik, basitçe, her şeyin mükemmelce tasarlanması ve kusursuz hale getirilmesi için sürekli olarak çaba göstermek demektir.
Sanırım mükemmel olma arzusu, çocukluk döneminde benliğimize kodlanan bir şey. Birçok mükemmeliyetçi insanda gözlemleyebildiğim kadarıyla aslında bu insanların derinlerinde “daha iyisi olursam daha çok sevilirim ve onaylanırım” düşüncesi yeşeriyor. Farkında olarak ya da olmayarak bir rekabet duygusu baş göstermiş oluyor ve sonrasında başarılan şeyler yetersiz gelmeye, başarılamayanlar yüzündense ağır ve derin bir suçluluk duygusu hissedilmeye başlanıyor. Çünkü, mükemmeliyetçi insanlar için başarı denen şey durmak bilmez bir çabalama ve elde edinenlerle de yetinmemek demektir.
Yani mükemmeliyetçi insan bir şeyi başardıysa, bu onun için sadece küçük bir adımdır ve daha fazlasını başarmak zorundadır. Ve zaten bir şey başarıldıysa o çok çalıştığından değil, şans eseri bir şeyler öyle olduğu için başarılmıştır. Kendisi bu hedef adına çok çalışmış olsa da aslında hiçbir zaman yeterince çalışmamıştır. Bir şekilde bir şeyler ona yardımcı olmuştur, bu yüzden bir sonuç alınmıştır. Bundan sonra onun yapması gereken şey ise daha çok çalışarak daha üst bir hedefi kendi kendine başarmaktır. Fakat, sonraki kazanım da aynı şekilde sonuçlanır ve bitmek bilmez bir döngü başlamış olur.
Başarısız olunduysa zaten dünyanın en başarısız ve en önemsiz insanıymış gibi davranılmaya başlanır ve daha başarılı olabilmek için de acımasızca amaçlar, hedefler ve sorumluluklar yüklenmeye koyulur bu kişi. Sonra bir şekilde yola devam edilir ve farkına bile varılmadan, hedeflere odaklanılmış ve sürekli onaylanma ihtiyacı içerisinde geçirilmiş bir zamandan örülmüştür hayat artık. Bu durum, oldukça yorucudur ve mükemmeliyetçi insanlar, eğer şanslılarsa, bir noktadan sonra bunun bir şekilde farkına varırlar. Mükemmeliyetçi olduklarını anladıklarında, ilk etapta bunun normal olduğunu ve kendisinin bu özelliğinin onu yukarı taşıyan, her daim ileri gitmeye ve yükselmeye zorlayan üstün bir özellik olduğunu düşünüp çoğu zaman kendileriyle övünürler. Fakat, bu aslında çok yorucu bir süreçtir.
Çünkü içten içe kendisinde beslediği bir yetersizlik duygusundan hareket eden bu sürekli mükemmel olma arzusu, insanı hırpalayarak yaptıklarını ve başardıklarını kendisi için yapmış olmaktan değil, diğerlerinin (eş, dost, aile, okul ve iş çevresi gibi) onayını ve sevgisini kazanmaktan gelir. İnsan kendisi için yaşamadıktan sonra ne yaşadığının ya da neleri başardığının ne kadar önemi vardır ki? İşte bunun fark edilmesi, mükemmeliyetçi kişiler için daha zordur. Kabul etmek istemezler, fakat işler böyle de yolunda gitmeyince o gerçekle yüzleşmek gerekmektedir.
Bunun sebeplerinden bahsetmek gerekirse, modern yaşamın etkisiyle değişen kültüre göz atılabilir. Esasen modern yaşamın kendisi, neredeyse her birimizi mükemmel olmaya zorlayacak bir rekabet dünyası yaratmıştır. Her zaman daha ileriye doğru giden, her zaman daha başarılı olmak zorunda olan bireyler haline getirilmişizdir.
Çünkü toplumda çok sayıda insan vardır ve mutluluk da modern yaşamın içerisinde elde edilen statüler ve saygınlıklarla birlikte değerlendirilmeye başlanır. Öyle ki, bu durum, kültür içinde bulunduğumuz her ortamda kendini göstermiştir. Sözgelimi ailede başlayan bu süreç, toplumumuzda çoğu zaman, ya kardeşler arası kıyas ilişkisi kurularak ya da “komşunun çocuğu şunu bunu yapmış” örnekleri üzerinden daha da yaygınlaşarak önce okul ve arkadaş ilişkilerine ve daha sonra da bütün sosyal ilişkilere yansımıştır. Bu durumda modern bireyler kaçınılmaz olarak sonu gelmez bir rekabet duygusu ile donanmış olur. Burada, yukarıda söylendiği gibi, diğer kişi ve kişilerle kurulan kıyastan hareketle içsel olarak yetersizlik duygusunun tohumları atılır ve bu duygu, her kıyas ve rekabet ilişkisinde artarak bireyin içinde büyümeye başlar.
Çoğalarak ilerleyen bu sürecin sonunda ise modern bireyler acımasızca birbiriyle rekabet ederek, girilen her ortamda birbirlerinin “ayaklarını kaydırma” hevesiyle etik ihlallerde bulunabilir. Bu mesele, hem kişisel hem toplumsal ilişkiler açısından oldukça sorunlu görünmektedir. Bireysel olarak değerlendirildiğinde, insanların neyi neden istediğini ya da başardığını bilmeden, bilinçsiz hedef ve amaçlar doğrultusunda çabalayıp durarak ve yetersizlikle baş edilmeyip kendini kendiliğiyle onaylamadığı sürece, günün sonunda hayattan yorulmasına ve yaşadığı hayatı kaçırmasına neden olurken, toplumsal açıdan da kurulan bütün ilişki biçimlerindeki anlam ve samimiyet gibi değerlerin zedelenmesine, daha büyük ölçekte de diyalog ve duygudaşlık kurulmasının engellenmesine neden olur.
İnsanların öncelikli olarak kabullenmesi gereken şey şudur: Mükemmel denen şey yoktur. Mükemmel, tasarlanmış ve kusursuza işaret eden bir kavramdır. İnsan, hatalar ve yanlışlarla “yaşam boyu öğrenme” denebilecek bir sürecin yolcusudur. Mükemmelin peşinde koşmak yerine içselliğe yönelerek gerçek tutkuların farkına varmak ve yaşanan anların keyfine varmak, daha gerçekçi hedefler ve amaçlar yaratmak için tercih edilebilir adımlardır. Böylelikle yetersizlik duygusunun yarattığı anlamsız koşturmacadan uzaklaşıp gerçek hedefler başarıldığında o başarıdan haz duyulabilecek ve insan kendine “bunu ben başardım” diyerek kendini gururlandırabilecektir. Elbette mesele, bu başarılar ve hedeflerden sonra bulunulan yerde sabit kalmak ve artık hiçbir şey için çaba göstermemek değildir. Asıl konu, bu kazanımlardan alınan hazzın kişiler tarafından doyasıya yaşanması ve kişinin yetersizlik duygusundan gelen, başkalarının onayına sürekli duyduğu ihtiyacı törpüleyip kendi kendisinin onayına yönelmesidir.
Yetersizlik duygusu kişiyi daima ileri taşıyormuş gibi görünürken, içsel benliği ve gerçek tutkuları hep bir adım geride tutar. Kendimizin farkında olarak yaşamaksa yaşamın anlamlılığını artıracaktır. Modern yaşam, mükemmellik algısı yaratıp bunu bir şekilde insanlığa dayatmasıyla insanın trajedisi haline gelmiştir. İnsan, kendi trajedisini kendiliğiyle değerlendirebilirse kendi yaşamında bir anlam bulabilme ihtimali artacaktır.