Türkiye’de ifade özgürlüğü meselesi bugün yalnızca hukuki bir sorun olmaktan çıkmış, toplumsal bir travmaya dönüşmüş durumda.
Serhat Akın’a yapılan silahlı saldırı bunun yalnızca yüzeyde görünen kısmı. Serhat Akın, spor programında konuştu, eleştiri yaptı ve ardından susturulmak istendi. Peki, sorun yalnızca bu mu? Kesinlikle hayır. Türkiye’de artık sadece spor dünyasında değil, toplumun her alanında eleştiriden korkar hale geldik.
Gazetecilik, eskiden gerçekleri ortaya çıkarma sanatıydı. Şimdi? Bir haberi yazmadan önce üç kez düşünmek gerekiyor. Kimse gazete okuduğu ya da haber izlediği zaman “Bu gerçekten tarafsız mı?” diye sorgulamıyor, çünkü herkes biliyor ki çoğu medya organı ya baskı altında ya da zaten sansür uyguluyor. Televizyonlarda eskisi gibi açık tartışmalar görebiliyor muyuz? Hayır. Neden? Çünkü herkesin dilinde aynı korku: Hapse atılma korkusu. İşini kaybetme korkusu. Hedef gösterilme korkusu.
Sanat dünyasına bakalım. Yıllardır Türkiye’de sanat, eleştirel düşüncenin en önemli araçlarından biriydi. Ama şimdi? Bir yönetmen film çekmeden önce senaryosunda kimi rahatsız edeceğini hesaplıyor. Bir yazar kitabını yayımlarken, hangi cümlesinin başına bela olacağını düşünüyor. Üstelik bu sansür sadece devlet eliyle değil, toplum tarafından da yapılıyor. Linç kültürü öyle bir noktaya geldi ki, en basit bir eleştiri bile hedef haline gelmek için yeterli. İstediğiniz kadar yaratıcı olun, cesur olun; eleştirdiğiniz an, toplumun bir kesimi sizi susturmak için harekete geçiyor.
Akademiye geçelim. Üniversiteler, bir ülkenin düşünce merkezi olmalı. Akademisyenler, araştırmaları ve yazılarıyla topluma ışık tutmalı. Peki, şimdi durum ne? Akademisyenler fikirlerini özgürce savunabiliyor mu? Bilimsel çalışmalarını özgürce yapabiliyorlar mı? Yoksa, siyasi ya da ideolojik kaygılarla araştırmalarına yön mü veriyorlar? Türkiye’de akademi dünyası artık fikir üretmenin ötesine geçmiş, hayatta kalma mücadelesi veriyor. Fikirlerin özgürce tartışılamadığı bir üniversite, nasıl ilerleyebilir?
Sosyal medyayı da es geçmemek lazım. Eskiden insanlar sosyal medyada fikirlerini açıkça ifade ederdi. Şimdi? Bir tweet atarken “Başıma bir şey gelir mi?” diye düşünen milyonlarca insan var. Üstelik burada mesele sadece bireysel korkular değil, toplumsal bir baskı da var. Farklı düşünmek, eleştiri yapmak artık cesaret işi oldu. Eleştirdiğiniz an sadece hukuki yaptırımlarla değil, toplumun baskısıyla da karşı karşıya kalıyorsunuz.
Bu tabloya baktığımızda şunu net bir şekilde görebiliyoruz: Türkiye’de artık eleştirmek, düşünmek, fikir üretmek, risk almak demek. Ve bu risk, sadece mesleki ya da hukuki sonuçlarla sınırlı değil. Eleştirinin bedeli bazen fiziksel saldırıya uğramak, bazen de sosyal linç ile karşı karşıya kalmak oluyor. Serhat Akın’a yapılan saldırı, bir futbol programı sonrası yaşanan münferit bir olay değil; aksine, toplumda kök salmış bir tahammülsüzlüğün dışavurumu.
Bugün eleştiriden bu kadar korkulmasının sebebi, toplumun eleştiri kültüründen yoksun olması değil, bu kültürün bilinçli bir şekilde bastırılması. Korku iklimi, düşüncelerin özgürce dolaşmasına izin vermiyor. Gazetecisinden sanatçısına, akademisyeninden sıradan vatandaşına kadar herkes aynı baskıyı hissediyor. Fakat bu baskı sonsuza kadar sürebilir mi? Hayır. Çünkü bir yerde, insanlar artık bu korkuya teslim olmayacaklarını fark edecekler. İşte o gün, ifade özgürlüğünün gerçekten ne kadar önemli olduğunu hatırlayacağız.
Ama şurası kesin: Bu korku ikliminde daha ne kadar sessiz kalacağız? Sorun, sadece eski bir futbolcunun başına gelen bir saldırı değil. Eleştiriyi susturmanın, düşünceyi boğmanın bu ülkeye hiçbir faydası yok. Fikirlerin özgürce ifade edilemediği bir toplum, yalnızca yerinde sayar. Bunu daha ne kadar görmezden gelebiliriz?