İçimizdeki kelebeklerin de ömrü bir günlükmüş. Kozalarından çıkıp uçuncaya kadar sona eriyor içimizdeki sevgi.
Şefkat nedir bilmeyen Adem’in kolları, Havva’nın merhum sevgisiyle arşınlanıyor. Bizleri çiftler halinde yaratan Tanrı, eşimiz sandığımız tohum tanesiyle sürdürdüğümüz vakitleri ayıplayarak mı izliyor? Bu soruların bilinmez hiçliğindeyiz. Çünkü bazılarımızın içi kelebekler mezarlığı iken bazı Ademoğulları onlarla bütünleşmiş. Sevgi, şu elma içinde bizlerin en anlamlandıramadığımız sınavı olmuş. Aşık olunan simalar gün geçtikçe sevilmez, özlenmez, aranmaz olmuş. Bazılarımızın katili, gönlümüze o tohumu ekenler iken, kırık kanatlarla, kelebeğinizi öldüren silahlarla, tekrar o kapıyı çalmayı bekler. İşte o vakit Ademoğlu, kelebeği de dışarı atacak, o kapıyı yıkacaksın. Çünkü şu Ahir-i Devran Şuarası’nda, birer şehvetli et parçasıyız. Sevmek belki de bizlere kılınmış en zor imtihandır. Ancak bazılarımız öylesine bencil ki, kendinden ve kendi özgürlüğü pahasına hiç bir Adem’in Meyvesi’ne bağlanamamaktadır. Sizler ister hastalık, ister bencillik, isterseniz de mazoşistlik deyin.
“Bir cesedi sırtlamış, ufacık bir ruhsun sen”. Havva ve Adem nasıl ortak günahlara sahip olup, birbirleri için yaratılmışsa, her ruh da eşli demek değildir. Tanrı’nın huzuruna yalnız çıkacağız. Şu elmada tek kendimizi sevmenin sualini de vereceğiz. İçimizde ölen kelebekleri mahşerde diriltecek, acılarımızı hiç edeceğiz. Çünkü İnsanoğlu, sende olmayan bir şeyi zaten başka bir ruha bahşedemezsin.
“Yüreğini kolla çünkü ölmeden çürüyorsun”. Gömülen cesedinin üstünde çiçek bile açmayacak belki. “Ahlarla” dolu sırtındaki yük, bedeninle öylesine birleşmiş ki, güzel yüzün cezalarından görünmüyor bile. İçindeki masumluk, bencilliğe karışmış, dingin, sakin kafan yalnızlığı benimsemiş. Tohum atmış bir filizin sulanmasına izin vermiyorsun Ademoğlu, çünkü yüreğini saracak sarmaşıklardan korkuyorsun. Ama unuttuğun şey şu Günahların Meyvesi, kuraklaşınca çorak toprakların, nehirler de gelse açmayacak o filizlerin ”Yalnızlığının gölgesinde kalmaya mahkumsun sen…”