Kapani’ye göre “Türkiye, ulusal bütünleşmeyi gerçekleştirememiş, henüz “millet yaratma” çabası içinde bulunan yeni ülkelerden farklı olarak, bu aşamayı çoktan geçmiş bulunmaktadır.
Bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkelerin birçoğunda, ulusal bütünlüğü sağlamanın en başta gelen ve en güç problemlerden biri olduğunu söylemek mümkündür. Bu toplumlarda devlet kurulmuştur, ancak henüz millet ortada yoktur. Türkiye de ise, devlet, büyük çoğunluğuyla kaynaşmış, türdeş, “millet olma bilincine sahip” bir topluma dayanmaktadır.”
Tarihsel süreçte, ilgili devletler bakımından her hangi bir sorun yaratmıyordu. Çünkü her devlet, içinde bulunduğu duruma ve tamamen kendi takdirine göre bu durumları bir karara bağlardı. Ancak günümüzde, uluslararası veya bölgesel nitelikte İnsan Hakları Sözleşmesine katılan devletler açısından durum değişmiştir. Bu sözleşmeler, olağanüstü halleri ele alırken, bu hususlarda da birtakım kurallar getirmiş ve konuyu genel bir düzenlemeye bağlamışlardır.
Alakalı konu bakımından Türkiye örneğini incelediğimizde özellikle gerçekleşen Suriyeli göçü ile birlikte değinilmeye değer konular ortaya çıkmıştır. Bunların en önemlilerinden ve tartışmaya değer konulardan birisi Suriyeli göçmen çocuklar olmuştur.
Bu yazımızda, Suriyeli göçmen çocuklar üzerinden gerçekleştirilen bir araştırma ve bunun sonuçlarına odaklanacağız.
Türkiye’ye gerçekleşen Suriyeli göçü dikkate alındığında, iki milyona yakınını çocuklar oluşturuyor. Ve bu çocukların %74’ü ailesinden birini kaybetti. Bu noktada her 4 çocuktan 3’ü ya yetim yada bir kardeşini kaybetmiş durumda. İlgili çocuk grubunun her 3 tanesinden 1 tanesi, yani %30’u bireysel olarak silahlı ya da fiziki şiddet mağduru. Baktığımızda, yaşanan bu mağduriyetin ve fiziki şiddetin gideceği nokta pek öngörülebilir değildir. Emin olabileceğimiz tek nokta bu çocukların üzerinde bırakacağı mutlak “travma”.
Şirin’e göre, bu durum “Post-Travmatik” stres bozukluğu olarak adlandırılıyor. Bu çocukların tespit edilen kısmının %35’i travmayı halihazırda yaşarken, normal popülasyonun 10 katını oluşturuyorlar. Şirin’in verdiği örnekler göz önüne alındığında, Vietnam’dan dönen Amerikalı askerlerin oranından daha yüksek.
Yapılan çalışmalarda araştırılan depresyon üzerine incelemeler, göçmen çocukların yarısına klinik olarak depresyon teşhisi konmuş durumda. Bu demek oluyor ki ya kendisini öldürmek istiyor. Uyku bozukluğu yaşıyorlar ve yemek alışkanlıklarında ciddi sorunları bünyesinde barındırıyorlar.
Sayıları 2 milyonu aşan bu çocuk nüfusunun olması gerektiği yer takdir edersiniz ki, okul. Psikolojik ihtiyaçlarını bir yana bırakalım, en azından bir yerde, düzenli bir hayatın içerisinde olmaları gerekiyor. Bu çocukların ortaokul çağındakilerin %70’i okula gitmiyorlar. Lisedekilerin ise %90’ı okulda değil. İlk okuldakilerin ise yalnızca yarısı okulda. Sanıyorum tehlikenin farkını hissediyorsunuz. Elimizde travma yaşamış bir grup ve okulda eğitim almıyorlar.
Bu bireyler dilini bilmedikleri bir ülkeye yerleşmiş durumdalar. Bu durumun nereye varacağını anlamak için dünyaya bakmamız yerinde olacaktır. İki coğrafyayı göz önüne alalım; Uzak Asya; Pakistan-Afganistan sınırı bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Bölgedeki mülteci kamplarından “Taliban” çıktı. Gelin birlikte Afrika’ya bakalım; Afrika’daki mülteci kamplarından “Boko-Haram” Çıktı. Bu tür bir tehlikeyi görmezden gelmek sanıyorum saçmalık olacaktır.
Bu çocukların kurtulması için yapılması gereken tek bir şey var; umut denen kavramı çocuklara aşılamamız gerekiyor. Düşünülmesi gereken nokta ise, bu çocuklarda gerekli ve olmalı olan umut, bu potansiyel var mı ? Ne harika ki elbette var ! Yapılan araştırmada çocuklara “Her Şeye Rağmen Barış Hayali” isimli resim çizim programlarında çizilen resimler oldukça pozitif. Dolayısıyla bu çocuklar hala daha hayal kurulabiliyorlar. Daha iyi bir dünya, yaşanır bir dünya hayalini kendileri için kurabiliyorlar. Ne yazık ki sosyolojik anlamda bunun hayalini kurabilme süreleri sınırlı. Belli bir süre sonra vazgeçeceklerdir.
İşte kırılma noktası burası; eğer biz bu çocuklara daha önce ulaşamazsak, suç örgütlerinin elinde, terör organizasyonlarının elinde veya fuhuş çetelerinin elinde, maalesef yem olarak kalacaklar. Bu noktada çok önemli tercihler yapmak zorundayız.
Biz mi erken ulaşacağız yoksa onlar mı ?
Şimdi soracağız mutlaka kendi kendimize; “yahu bizim zaten bir sürü sorunumuz var zaten, bu çocuklar neden geldi, bunlar niye geldi ?” Vesaire…
Buraya nasıl geldiklerini hiçbir önemi yok ! Bu konuyu tartışabilmek için şuan burada olmaları yeterli. Politik olarak bunu pek çok sebebi var. Tartışabiliriz, birilerini suçlayabiliriz. Son vadede bu çocukların tercihi değil. Diğer kısım siyasi ve ideolojik bir tartışma. Biz olayın insani boyutu ile ilgileniyoruz. Ne yazık ki aynı zamanda “güvenlik” ile ilgili de bir konu.
İlgili yazımızda “güvenlik” kavramına değinildiği anda; düşünmemiz gerekiyor ki, şimdiki süreçte zarar görmemek için ne yapılması gerekiyor ? Dileğimiz ister geri gönderme hususuna değinsin yada hukuki rasyonalite çerçevesinde sosyal entegrasyon meselesini tartışalım; kısa süre içerisinde önlem ve önlemler alınması zorunlu görünüyor. Tehlike yıllar içerisinde kapımızda olacak, bunun sosyolojik temelleri bir yana, tarih tekerrürden ibarettir ve insan psikolojisi çok da karmaşık bir yapı değildir, benzer sonuçlar doğabilir. Yukarıda bahsedilen örnekler pek tabi Türkiye Cumhuriyeti Devleti bünyesinde de gerçekleşebilir.
Önlem almalıyız ! Eğitim, eğitim, eğitim.
Dikkat etmeliyiz.
Sevgiler.