Fırtına ve Shakespeare! Fırtına haberlerini ve İzmir’deki etkilerini görünce William Shakespeare’in “Fırtına” (The Tempest) oyunu ve özellikle hava perisi Ariel geliyor insanın aklına.
Fırtına İzmir ve İstanbul’u etkiledikten sonra üstüne üstlük İzmir’de deprem gerçekleşti. Bütün bu depremler, fırtınalar ve sarsıntılar içinde sanki bir Shakespeare’in oyunun içinde, bir yüzleşmenin eşiğindeymişiz gibi hissettiriyor.
Traji-komik ve fantastik bir oyun olan bu metni sayfalarca yorumlamak ve ele almak mümkün. Ama özetle hikaye, simyacı-sihirbaz Prospero çevresinde dönmektedir. Kendisi kızı ile birlikte sihirli bir adada yaşamaktadır ve bir ağaçta hapis kalmış bir hava perisini yani Ariel’i kurtarır. Napoli Kralı ve kardeşi Milano Dükasına öfkelidir ve sihirli güçlerini kullanarak bir fırtına çıkarır ve adasına onları çeker.
Uzun bir hesaplaşmanın sonucunda ise herkes arasında bir uzlaşma olur ve Ariel’in çabalarıyla herkes pişmanlık duyup, suçunu kabul eder. Ariel, okültizmde geçen bir hava elementali olması yanı sıra ayrıca aslan ile de sembolize edilen bir melektir. Hava olaylarını kontrol eder.
Fırtına hem eserin adı hem de yüzleşmenin merkezinde olarak, oyunun her sürecine çok alakalı bir arketiptir. Yüzleşme, bastırılanların açığa çıkması, duygusal sarsıntılar ve kaosun güçleri arasından yeniden doğuş gibi anlamlara gelir. Bir tür katarsistir ve bir kurguda -oyun, masal, mit, edebiyat, sinema- fırtına görürsek, köklü bir duygusal çalkantı ve köklü bir değişim geleceğini arketipsel ve sembolik olarak biliriz. O yüzden eserin ismi çok anlamlıdır.
Eserin bir noktasında Prospero emrine amade olan ruhları çağırarak onlara bir oyun oynatır. Irıs, Ceres ve Juno karakterlerine bürünmüş bir şekilde, ruhlar oyun oynarken, oyun bittiğinde adeta bir duman gibi -kendi deyimiyle- incecik havada usulca akıp kaybolurlar. Kızı Miranda’ya talip olan, Ferdinand isimli damadının durgunlaşıp, korktuğunu görünce, Prospero onların hayallerin temelsiz dokusu gibi olduğunu, öylece kaybolduklarını söyler ve şu dizeleri söylemeye başlar:
“Bir gün gelecek, bulutlarla kucaklaşan kuleler, Şatafatlı saraylar, o heybetli tapınaklar Ve hatta yerkürenin tamamı da Üstündekilerle yok olup gidecek, Demin uçup giden hayali gösteri gibi, Geriye zerresi bile kalmayacak. Biz, rüyaların yapıldığı şeyden yaratılmışız Ve uykuyla çevrelenmiştir kısacık hayatımız.”
Shakespeare burada insanın da bir düş gibi olduğunu söyler, bizler de o ruhların gösterisi gibi zamanı gelince sessizliğe doğru çekileceğiz… Her şey gibi incecik havada kaybolan ruhlar gibi, bizlerim de hikayelerimiz, seslerimiz, gözyaşlarımız, kahkahalarımız kaybolacak. Yaşamımız bir rüya, bir başka gerçeklik… Hayata böyle bakınca fırtınalar neden hepimizin kabuslarını, endişelerini, duygularını açığa çıkarıyor veya neden bizi derin düşüncelere doğru çekiyor daha anlaşılır geliyor.
Tüm maceranın sonucunda Prospero hem büyüsünden hem adasından hem zincirlerinden özgür kalır. Bize der ki Shakespeare, tüm fırtınaların sonu, bir özgürlük vadeder; tüm kabuslar, şifa dolu düşleri ve tüm alacakaranlıklar ışığı… Tüm gözyaşları bir neşenin habercisidir.
“İzin vermeyin artık bu ıssız adaya Büyünüzle bağlı kalmama. Çözün bağlarımı, salıverin beni Alkış tutan o güzelim ellerinizle.”
Prospero, özgür kalır, oyundan çıkar, perde kapanır; ta ki bir sonraki oyuna kadar.
Çeviri: Fırtına, Willaim Shakespeare, Türkiye İş Bankası Yayınları. Çev: Özdemir Nutku