Bu sorunun cevabını tüm okurlara bırakmak istiyorum. Bu, bir modernite eleştirisidir. Delirebilmek bir özgürlük olabilir mi?
Modern bireyler olarak bu zamana kadar bize öğretilen, daima “akıllı-uslu” insanlar olmamız, aklımıza mukayyet olmamız ve aklımızın referansıyla düşünüp eyleme geçmemiz gerektiği üzerinedir. Nitekim bunun arkasında felsefi, sosyolojik, psikolojik, ekonomik ve kültürel birçok olgu ve tartışma var; ancak bugün bunları tartışmak yerine modernizme karşı en değerli şeylerimizden olan özgürlükten, özel olarak da delirebilmekten bahsetmek istiyorum.
“Deli” derken klinik bir vaka durumundan söz etmiyorum elbette. Bu bir metafor. Modern çağın ve otoritelerin bizlere atamış olduğu “normal”e karşı bir başkaldırı denebilecek şekilde “anormal”, kendiliğinin bilincinde davranmak gibi bir şeyden söz ediyorum aslında. Bu metafor, bence bu çağdaki en değerli özgürlüğümüz. Çünkü modernizm, bizlere her bakımdan rasyonel ve hesaplanabilir çizgilerde bulunmamızı öğütlüyor. Bunun tersi şekilde davranıldığında da toplumsal deli gömlekleri giydirerek öteki haline getiriyor. Örnek vermek gerekirse, marjinalleştirilerek toplum tarafından baskılanan Z kuşağı ya da evliliği ve anne olmayı kendi benliğinin ve hayatının bir parçası olarak görmediğini düşünen bir kadın, bu “deli” anormal kişileri ifade edebilir. “Delilik” metaforu, burada anlam kazanmaya başlıyor. Aslında metaforlar, doğaları gereği tanımdan ve keskin anlamlardan yoksundur, fakat anlaşılır olabilme kaygısıyla biraz bunu açmak istedim.
Akıllı-uslu davranmak elbette birçok soruna çözüm getiriyor ve toplumsal ilişkileri düzenliyor. Fakat, bu yaşamın içinde öyle büyük çıkmazlara dönüşüyor ki “kriz” anlarında eylemsizleşebiliyor ya da deli deli tavırlar sergileyebiliyoruz. Çünkü esas olarak kendimizi ve benliğimizi bilerek davranmak yerine kültürün ve çevrenin bizden beklentilerini sergilemeye başlıyoruz.
Günün sonunda da yaşanmamış bir hayatın ıstırabıyla anksiyete ya da stres atakları geçirip kendimizi suçlar hale geliyoruz ya da gereksiz yükselişler eşliğinde öfke patlamaları yaşayıp kendimize ya da çevremize zarar verebiliyoruz. İşte tam da bu yüzden, bu dayatmalar yüzünden, bir miktar delirebilme özgürlüğümüz olsun isterdim. En azından bir süre, kendi köşene çekilip dinlenmek ve tüm bu koşturmalı telaşeden uzaklaşabilmek adına.
Farkında değil misiniz? Her şey o kadar hızlı akıp gidiyor ve “tükeniyor” ki-buna dünyanın kaynakları da dahil- zihinlerimiz ve bedenlerimiz senkronize şekilde bu akışa uyum sağlayamıyor artık. Üstelik bütün bu akış öyle büyük bir belirsizlik eşliğinde hayatımıza dahil oluyor ki kararsızlık ve eylemsizlik halinde düşünüp duruyor ve sessizce adım adım delirmeye yürüyoruz. Yaşantısı karşısında adım adım deliren insanların hikayesi (Gogol, Bir Delinin Hatıra Defteri’nde olduğu gibi), modern yaşamın kendisi olmuş sanki.
Özgürlük hakkında uzun uzadıya konuşmaya gerek var mı emin değilim. Ama, insan düşününce hayal kırıklığına uğruyor. İnsan hakları ve özgürlükler çağında yaşıyoruz, sözgelimi. Çünkü modern yaşam özgür yaşam demek bir bakıma. Fakat, dönüp baktığımızda özgürlük kaotik bir hal almaya başladı. İnsanların ve yöneticilerin özgürlük anlayışlarında biraz tutarsızlık var gibi görünüyor bu yönüyle bakınca. Bu kaotikliğin derinliği ve temelleri bu metnin kapsamını aşacağı için çok da dallandırıp budaklandırmak istemem. Ama üzerine düşünülebilecek bir konu ve soru işareti olarak okurların zihninde kalması hoşuma giderdi.
Özgürlüğün tanımı herkesin aklına gelebileceği gibi, başkasının hak ve özgürlüklerini engellememek suretiyle, kişilerin istemlerine göre hareket edebilmeleri demek. Ama işte “değer”ler söz konusu olunca, bir de işin içine başka insanlar, öteki’ler girince ortalık biraz karışıyor. Peki neden “delirebilmek, bir özgürlük olabilir mi?” diye sordum? Çünkü, bu koşullar altında özgürce istemlerimizi, iç seslerimizi dinleyip, hayattan beklediklerimizin farkındalığıyla eyleme geçmek çok zor ve oldukça da kısıtlı bir hareket alanı sağlıyor. Çünkü, özgürlük denen şeyin otoriteler tarafından belirlenmiş sınırları var. Burada parantez açıp belirtmekte fayda var: Eleştirmek istediğim kısım, bu belirlenmiş sınırların insanları tektipleştirmesi ve belirli bir “normal” etkiketine sıkıştırmaya çalışması. Bu ortamda, kendimizi bilmeden yaşamı sürdürmeye çalışıyoruz.
Oldukça yorucu.
Bunu düşünürken aklıma mitolojiden Apollon-Dionysos karşıtlığı geliyor. Kısaca bahsedeyim: Apollon akıl ve tekniği, Dionysos ise duygular, tutkular ve coşkuları simgeler. Hatta “in vino veritas”ı bilenler vardır belki, Dionysos şarap tanrısıdır, şarabın coşkunluğundan doğan sanatsal yaratım genelde hep onunla anılır. “İn vino veritas” da hakikat şaraptadır, demek. Bunun altında büyük bir bilgelik var aslında, keramet şaraptan ziyade içsel benliğin zenginlikleri ve derinliklerinde sanırım. Fakat modern yaşam bize Apollon olmayı dayatıyor.
İçten içe, herkesle bir araya sıkışmış yaşamda “Aklını kullanırsan, herkes gibi olursan kaybetmezsin” söylemini kodluyor farkında olmadan zihinlerimize. Ve bu söylemin kendisi, insanlar arası ilişkilerdeki zedelenmeyi de oldukça besleyen bir problematiğe dönüşmeye başlıyor. İş dünyasında ya da okul çağındaki rekabetçi davranışlarımızın temeli, hep bu “en iyi” ya da “en mükemmel” olmaya adanmış, diğerlerini ezip geçmeye yönelmiş bir güdüden geliyor. Bunu söyleyen ses modernitenin rasyonel aklı, yani Apolloncu modern düşünce.
Oysa bir parça Dionysos’a da ihtiyacımız yok mu? Sonuçta, beden denen şey bir avuç teknolojiden oluşturulmuş bir makine değil. Evet, sistem olarak makine gibi işliyor olabilir ama zihinsel faaliyet duygular ve tutkulardan bağımsız olamaz. Bu yüzden aslında insanı tek başına Apollon ya da Dionysos olarak düşünmemek gerek. İnsan biri olmadığında eksik kalır. İnsan hem Apollon’u hem Dionysos’u içinde barındıran, müthiş gizemlerle dolu bir varlık. Sanırım mühim olan bu dengeyi koruyabilmek.
Delirebilme konusuna dönecek olursam, tahmin edileceği üzere ben bu tartışmanın Dionysos’çu tarafına daha yakınım. Ama elbette özgürleşme tadında bir farkındalık olarak ifade ediyorum bunu. Sonuçta insan, sevmek, üretmek ve paylaşmak için yaşıyor her şeyi ve bu yaratımı harekete geçirmek için her ikisine muhtaç olsak da Dionysos, iç sesimize işaret eder. Mesela, birisi sizden teknik bir şey istiyorsa bunu öğrenir ve hatta kolayca da yapabilirsiniz ama buradaki mesele neyi isteyip istemediğinizi bilmeniz. Dionysos’a kulak verirseniz işte bu sorunun cevabını kendinize vermiş olursunuz. Ben delirebilme özgürlüğüm olsun isterdim.
Sokaklarda çıldırmışça dolaşmak ya da saldırganca tavırlar sergilemek gibi değil, başta söylediğim gibi “normalleştirilmiş” ve dayatılmış kalıpların dışında kurduğum kendi sınırlarıma ait yaşantımı sürdürebilmek için. Tıpkı Camus’nün Başkaldıran İnsanı ve Nietzsche’nin Zerdüşt’ü gibi… Bu metaforlar hayatlarımıza yeni anlamlar katmakta oldukça etkililer. Bu nedenle denge ve ölçüden örülmüş bir miktar “delilik” bize zarardan çok fayda sağlar gibi geliyor bana. Fakat, yine de denge ve ölçüye vurgu yapmak lazım.
Başta sorduğum soruya cevap vermek mümkün mü, emin değilim. Bu sebeple bunu okura bırakıyorum. Kendimce düşüncelerime göre, elbette cevaplar her zaman vardır. Fakat, yaşam dünyasında kesin ve katı sınırları olan doğrular olduğunu pek sanmıyorum. Özellikle bu gibi konularda keskin yargılarda bulunmak insani ilişkileri zedeleyebilecek ve önyargıyı körükleyecek bir şey. O yüzden, sanırım bu soruya net cevaplar vermeden, ara ara üzerine düşünmek gerekiyor.
Takdir sizin!