Bu oldukça uzun yazı dizisinde okuduğum bir kitabın (David Harvey Asi Şehirler-1) tarafımca hazırlanan bir özetini paylaşmak istedim, .
Arada özetin dışına çıkarak günümüzden örnekler verdiğim çok sayıda detaylı çarpıcı bilgiler de bulunmaktadır. Harvey çok öğretici, nokta tespitler yapabilen, fazlasıyla bilgili bir akademisyendir..
Henri Lefebvre’nin Vizyonu
1968 isyanı, eleştirel düşüncede bir çığır açmıştır. Kentsel düzenin sorgulanması ve nasıl bir kent istediğimiz sorusu da bu isyanın getirilerinden biridir.“Kent hakkı” sloganını 1967′de ortaya atan Henri Lefebvre, onu kullanırken dikkatli olmak yerine kışkırtıcı davranır. Kent Hakkı, hem anında anlaşılabilir ve sezgisel olarak etkili bir slogandır, hem de kuramsal olarak karmaşık ve kışkırtıcı bir formülleştirmedir. En basit tarifiyle kent hakkı, kentin potansiyel faydalarına bütün yaşayanların eşit erişimi, bütün yaşayanların karar alma süreçlerine katılımı ve yaşayanların temel hak ve özgürlüklerinin tamamını gerçekleştirebilmesi olarak tanımlanabilir. Hatta daha anlamlı ve keyifli bir şehir yaşamı seçeneği yaratma yetkisidir aslında. Çünkü, Lefebvre’nin, fikirleri de esasen hastalıklı şehirlerin sokaklarından ve mahallerinden doğmuştur.
Lefebvre, 1968 yılında ilkkez kent hakkından bahsederken, kavramı bütün kent ve kentleşme süreçlerini belirleme/kontrol etme hakkı olarak tanımlamıştı. Henüz küreselleşmenin lafının edilmediği bir dönemde, kentleşmenin sanayileşme süreçlerinden koptuğunu ve kapitalist kentin dünya üzerinde tam kentleşmeye doğru yol aldığını, bunu da devlet ve sermayenin kentsel mekanı kontrol etmesi üzerinden sürdürdüğünü/sürdüreceğini anlatmıştır.
Kent hakkını yeniden politik kente dönüşle de ilişkilendirip, kentsel mekanı belirleyen güç ilişkilerini yeniden yapılandırarak, kontrolün devlet ve sermayeden kent insanına geçişi olarak tarif etmiştir. Yer yer bir politik proje ya da ütopya olarak da nitelendirilen kent hakkı üzerinden, kentsel karar mekanizmalarının yeniden yapılanması ile bütün kent sakinleri kentsel siyaset içerisinde yerini alacak ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olacaklar demiştir. Lefebvre, devrimci hareketlerin çoğunlukla hatta daima bir kentsel boyutu olduğunu pekala anlamıştı.
Lefebvre, kent hakkını gündelik hayatla da ilişkilendirerek, anların ve yerlerin eksiksiz kullanımını sağlamak üzere kentsel yaşama, yenilenmiş bir merkeziliğe, karşılaşma ve değiş tokuş mekanlarına, yaşam ritimleri ve zaman kullanımlarına erişim ve bunları yaşayanların isteğine göre değiştirme hakkı olarak açıklıyordu. Kentlerde yaşayan ve çeşitli farklılıklar barındıran bütün insanları ama özellikle tehdit altındaki grupları hedeflemesi de demokrasinin çoğunluğun diktasına dönüşme potansiyelinin önüne geçme gayretiydi.
Lefebvre göre, talep edilen var olan kentin hakkı değil, gelecekteki bir kentin hakkıdır; hatta bunun geleneksel anlamda bir kent olması da gerekmez, daha çok kentsel toplumda kent ile kır arasındaki hiyerarşinin yok olduğu bir yerdir. Ama öncelikle istenen şeyin, yoksunların ve yabancılaşmışların gereksinimleri olan maddi gereksinimlerle özleme dayalı gereksinimlerin örtüştüğü bir kenttir bu.
Lefebvre’ye göre kapitalist mekanın üretimini kullanım değerinden ziyade değişim değeri belirler. Şehrin sermaye veya mülk sahibi olmayan, mekanların değişim değeri üzerinden para kazanamayan sınıfları ise şehir üzerinde söz hakkını kaybetmiştir. Basit ifadesiyle şehir mekanlarının kullanıcılarının hakları bu mekanların kapitalist piyasada değişim değeri üzerinden para kazanan sınıfları tarafından sürekli gasp edilmektedir. Lefebvre, şehri kullananların şehirden kar edenlere karşı organize olup toplumsal mücadele marifetiyle şehir haklarını çekip almaları gerektiğini iddia etmiştir. Şehir üzerinde makul bir siyaset anlayışına ise; “ancak şehir yaşamını kuran ve idame ettirenlerin kendi ürettikleri şey üzerinde temel bir hakka sahip olduğu ve taleplerinden birinin şehri gönüllerince şekillendirme hakkı olduğu anlaşıldığı zaman ulaşılacağını”, belirtmiştir. Siyasi bir mücadele enerjisini somut hedefler kadar vizyonlardan da alır demiştir.
Birinci Bölüm
Mülkiyet hakkı ve kar oranı, bütün diğer hak kavramlarını geçmiştir. Şehirler, insanların içinde yaşadığı dünyayı arzularına daha uygun hale getirebilmek için verdiği mücadelenin en başarılısıdır. Nasıl bir şehir istediğimiz sorusu; nasıl kimseler olmak istediğimiz, ne gibi toplumsal ilişkiler arayışı içinde olduğumuz, doğayla nasıl bir ilişkiye değer verdiğimiz, ne tür bir yaşam tarzı arzuladığımızı hangi estetik değerlere sahip olduğumuz sorusundan ayrı düşünülemez.
Şehri gönlümüze göre değiştirme hakkı, bireysel değil kolektif bir haktır. Çünkü şehri yeniden inşa etmek kaçınılmaz olarak kentleşme süreçleri üzerinde kolektif bir gücün uygulanmasına bağlıdır. Varlık, imtiyaz ve tüketim kültürünün yoğunlaşması yaşamımızı çok etkilemektedir. Şehri şekillendirirken, kökten ve radikal bir biçimde davranmalıyız. Şehirler bir artı ürünün toplumsal ve coğrafi olarak yoğunlaşmasından doğmuştur. Yani daima sınıfsal bir olgu halinde kentleşme gerçekleşmiştir. Denetim daima küçük bir sınıfın elinde olmuştur. Kapitalizmin, ürettiği artı değerin emilmesi için şehirleşmeye ihtiyacı vardır. Ayrıca, kapitalizmin artışı ile dünya nüfusunun kentleşmesi arasında çok ciddi bir paralellik bulunmaktadır.
Sermaye birikimi engellenirse, sermaye sahipleri krizlerle karşılaşırlar. Karlı kapitalist faaliyetlerin sahasını genişletme ihtiyacı kapitalist şehirleşmeyi yönlendirmektedir. Paris’in yeniden inşası için 1853’de göreve getirilen Hausmann, kentleşme yolu ile artı sermaye ve işsizlik sorununa çözüm bulmak üzere göreve getirildiğin gayet farkındaydı. Hausmann’ın Paris’te yaptıklarını, II. Dünya Savaşı sonrası, New York’ta Robert Moses, borçlanarak bir metropoliten alanın topyekün inşası yoluyla artı ürünün ve artı sermayenin nasıl çoğaltılabileceği sorununu çözerek yapmıştır. 70’li yıllarda ise neo-liberaller, sermayenin sınıfsal iktidarını, işçi sınıfının yaşam standartları pahasına korumak üzere denetimleri gevşeterek piyasayı kendi seyrine bırakmışlardır.
Kentleşme, 90’lı yıllardan itibaren kapitalist dinamiğin motor gücünü oluşturmuştur. Mesela Çin’de son 20 yılda yüzden fazla şehrin nüfusu 1 milyonu aşmıştır. Bütün bunlar, finans piyasalarının büyük bir hızla küresel entegrasyonu sayesinde gerçekleşmiştir. Kentleşme kredilerini düzenleyen yeni finansal kuruluşların ortaya çıkması ile mümkün hale gelmiştir. Servet ve iktidarın dağılımındaki artan kutuplaşmanın sonuçları şehirlerimizin mekansal formu üzerinde geri dönüşsüz izler bırakmakta, onları giderek etrafı çevrilmiş kent parçaları, güvenlik kontrollü konut alanları ve sürekli olarak gözetim altında tutulan özelleştirilmiş kamusal mekanlardan oluşan kentler haline getirmektedir. Mülkiyet üzerindeki hakların ve mülk değerlerinin neoliberal çerçevede korunması, alt orta sınıf için bile egemen siyaset biçimini almıştır.
Kentsel dönüşümden en fazla etkilenenler çoğu kez yoksullar, yoksunlar ve siyasi iktidarın marjinalleştirdiği kesimler olmaktadır. Mülksüzleştirme ve yerinden etme süreci, kapitalist kentsel süreçlerin çekirdeğini oluşturmaktadır. Artı sermayenin emilmesi sürecinde kentleşmenin önemli bir rol oynadığı ve bunu da giderek büyüyen bir coğrafi ölçekte gerçekleştirdiği, ancak bu sürecin kentli kitleleri şehir üzerinde her tür haktan mahrum bırakan ve giderek yaygınlaşmakta olan yaratıcı yıkım süreçleri pahasına gerçekleştiği sonucuna varabiliriz. Şehir hakkı da artı değerin, kentleşme yoluyla kullanımı üzerinde demokratik kontrolü sağlayarak tesis edilir.
İkinci Bölüm
ABD’ de 2007-10 aralığında konut sektörüne yaşanan kriz, önceki pek çok krizden kuşkusuz daha derin ve daha uzun süreli olmuştur; hatta ABD iktisat tarihinde bir devrin kapanışına işaret ettiği söylenebilir. Ancak dünya piyasalarında neden olduğu makro-iktisadi çalkantılar bakımından tarihte bir ilk sayılmaz, kaldı ki tekrar edeceğine dair birçok işaret de mevcuttur. Dahası, 1973 global krizi de küresel emlak piyasasında yaşanan ve birçok bankayı batıran çöküşten kaynaklanmıştır. Bu itibarla, gayrimenkul piyasasındaki çıkış ve inişlerin spekülatif finans akışlarıyla ayrılma biçimde bağlı olduğu su götürmez bir gerçektir. Öte yandan, 2007-2009 aralığındaki global krizin ve onu takip eden işsizlik ile kemer sıkma politikalarının ortaya çıkmasındaki emlak piyasalarının rolü tam olarak kavranamamıştır. Çünkü kentleşme ve yapılı çevrenin oluşum süreçlerini sermaye hareketinin genel yasalarıyla ilişkilendirme yönünde ciddi bir çaba mevcut değildir.
Marks’a göre değer ve artı değer üretildiği zaman ancak kapitalizm ayakta kalabilir. Yani gayrimenkul sektöründe yer alan finans kurumlarına yönelik yasal düzenlemeler, devlet tarafından kriz dönemlerinde bu kuruluşlara milyarlarca dolarlık finans aktarılması aslında sistemin bu açıklığıdır. Faizler, yan ödemeler ve birde inşaat maliyetin çok üzerinde satılan konutlar nedeniyle müthiş bir artı değer ortaya çıkmaktadır. Bu değerin ölçüsü ise dünya çapında trilyonlarca dolar etmektedir. Bu da kapitalizmin beslendiği en büyük itici güç konumundadır.
Öte yandan, kapitalizm döngüsel krizlerine bakıldığında, global ölçüde emlak sektörünün gerilediği dönemler ile örtüşdüğü görülecektir. Hatta, ABD ve Avrupa’da son 10 yılda görülen durgunluğun BRİC ülkelerindeki devasa kentleşme ve altyapı yatırımları ile dengelendiğini görmekteyiz. Mortgage kredilerinin düşük faiz ve 20-30 yıl vadelerle verilmesi konut üretimi ve satışını körüklemiştir. Böylece sermaye emlak piyasasının arz ve talebini bir yere kadar hem manüpüle etmiş hem de denetlemiştir.
Ama bu değer üretimi süreci her an patlayacak bir balon haline gelmiştir. Kriz en çok fiyatlar yükseldiğinde gayrimenkulü elinden çıkararak kar elde etme beklentisinde olan, hiçbir gelire ve hiçbir varlığa sahip olmayan şahısları etkilemiştir. Bu kredileri veren finans kuruluşları da bir anda tüm varlıklarını kaybetmişlerdir. Piyasa düşüşe geçtiğinden birbirine bağlı olan sistemdeki her aktör borcunu ödeyemez hale gelmiştir. Emlak piyasasındaki bu gerileme ayrıca ağırlıklı olarak gelirini emlak vergisinden sağlayan yerel belediyelerin bütçelerinde de büyük gedikler açmıştır.
Bütün bunları birleştirdiğimizde, II. Dünya Savaşı sonrasının banliyöleşme, konut ve gayrimenkul gelişimine dayalı bir birikim ve makro-iktisadi istikrar döneminin sonuna gelindiği görülmektedir.
Akbaba taktikleri de bir sömürü biçimidir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, mülksüzleştirme yoluyla birikim büyük bir saha teşkil etmektedir. Böylece bu yolla elde edilen haksız kazanç, sermayenin dolaşımı içine çekilerek bu yolla muazzam bir servet yaratılmıştır. Mülksüzleştirme de iki dalga halinde baş göstermiştir: ilk küçük dalga, Clinton’un 1995’de ilan ettiği girişimden Uzun Vadeli Sermaye Yönetimi’nin 1998’deki çöküşüne kadar geçen sürede yaşanmış, ikincisiyse 2001’den sonra gerçekleşmiştir. Hatta “yasadışı ipotek iptalleri” bankalar ve devlet mercilerinin bugüne dek teşebbüs etiği en büyük özel mülk gaspı hareketidir. Akbaba taktiklere pek çok metropol şehirde sistematik olarak, nüfusun büyük kısmı maruz kalmaktadır. Düşük gelirli insanların ellerindeki az miktardaki paralarında sermaye tarafından alınması bu grupların toplumsal yeniden üretiminin asgari koşullarını sağlama yetisini sürekli olarak azaltmaktadır.
Kapitalizmin küresel krizden en büyük kaçış fırsatlarından bir taneside Çin’deki büyük konut ve gayrimenkul patlamasıdır. Bazı kaynaklara göre milli gelirin % 70’ine kadar çıkan bu durum sermayenin döngüsel krizini engellemiştir. Bir örnek vermek gerekirse, dünya çimento üretimin yarısı Çin’de harcanmıştır. Şili’nin ekonomik kalkınmasının arkasında Çin’in aşırı bakır talebi bulunmaktadır. Yaygın arazi istimlakları ile birlikte kendini gösteren bu durum aktif olarak mülksüzleştirmeye dayalı ekonominin, Çin genelinde ki dev kentleşme furyasına paralel olarak gelişmekte olduğunu göstermektedir.
19. Yüzyılın ortalarından hatta belki daha evvelinden beri kentsel gelişimin hep spekülatif bir faaliyet olduğunu biliyoruz ama küresel ekonomi içerisinde emilmesi gereken nakit fazlasının daha önce bu kadar yüksek bir düzeye ulaşmadığının da bilinmesi gerekir. Dahası Çin deki kentsel patlama aynı zamanda küresel ekonominin büyümesinde kilit bir rolde oynamıştır. Çin hükümeti, bu kadar büyük sermaye ve Çin’deki emekçilerin artı değerinin emilmesi için, bankalara her tür gelişim projesine bolca kredi verilmesi yönünde talimat vermiştir. Yalnız, kentsel gelişim sınıfsal ayrımcılıkla birlikte olmaktadır ve küresel bir mesele haline gelmiştir. Kapitalistler için ise asıl sorun, pek çok kentte büyük çoğunluğa sahip ve hakim kabul edilebilecek iktidar bloğunu teşkil eden yoksullaştırılmış ve güvenceden mahrum dar gelirlilerinin sorunları ile nasıl başa çıkılacağı gerçeğidir.
Eğer Çin modeli de başarısızlığa uğrarsa, bundan sonra tek çıkar yol antikapitalist seçenekleri araştırmaya gitmektir. Bunun yollarından bir tanesi de alternatif kentleşme biçimleri olacaktır. Çünkü sermayenin kentlileşmesi kapitalist sınıf güçlerinin kentlere hakim olma kapasitesini varsaymaktadır. Bu ise sermayenin sadece devlet kurumları üzerinde değil, topyekün yaşam tarzları, emek gücü ve kişilerin dünya görüşleri üzerinde de hakimiyet kurması anlamına gelir. İşte bu sebeplerden dolayı, şehir ve onu meydana getiren kentsel süreçler, toplumsal ve sınıfsal mücadelenin başlıca sahasını oluşturmaktadır.
Üçüncü Bölüm
Son dönemlerde gözlemlenen diğer bir önemli husus ise; kapitalist sınıf çıkarlarının etkisi altındaki kentsel süreçlerin yeni toplumsal ilişki biçimleri meydana getirmesidir. Bu da ortak alan kullanımındaki bilinçle birlikte etkili olabilir. Ayrıca, ortak alanları sınırlandırma yoluyla koruma fikrinin de kapitalizm karşıtı bir strateji olarak aktif bir biçimde değerlendirilmesi gerekir. Yalnız kamusal alanların bir ortak alan meydana getirmesi şart değildir. Yine de bilinmesi gereken bir başka gerçek ise kentleşme tarihi boyunca kamusal mekanların ve kamu yararını temin etme ilkesinin ister devlet, ister özel şirketler eliyle olsun, kapitalist gelişme için vazgeçilmez olduğudur. Diğer yandan, neo-liberal siyaset, kamusal mal ve hizmetlerin finansmanını kısmakla ortak alanı da daraltmaktadır.
Yalnız pek çok farklı toplumsal grup değişik nedenlerle ortak alanları kullanmaktadır bu da bizleri ortak kullanım mücadelesinde hangi toplumsal grupların desteklenip hangilerinin desteklenmemesi gerektiği sorusu ile karşı karşıya getirmektedir. Bu arada bireysel mülkiyet hakları da ortak çıkarları korumakta yetersiz kalmaktadır. Çünkü liberal teoride özel mülkiyetin meşruiyeti, adil ve serbest pazar mübadelesi kurumlarıyla toplumsal olarak bütünleştirildiği takdirde kamu yararını en üst düzeye çıkaracağı varsayımına dayanır. Marks’da devlet mülkiyetini değil, ortak yarar için üretim yapan kolektif emekçilerde toplanan bir mülkiyet türünü savunur.
Bir toplumsal grubun meydana getirdiği ortak nitelikler ne kadar iyiyse, kar amacı güden özel çıkar gruplarının bu ortak alanı işgal ederek ele geçirmesi ihtimali de o derece yüksek olmaktadır. Kolektif emeği analiz ederken, Marks’ın fabrika ile sınırladığı emeği değil, metropolün kendisini, şehir mekanında ve bu mekanın ürettiği dev müşterek alanların oluşumuna katkı sağlayan ortak emeği baz almamız gerekir. Bu durumda, bu ortak alanı kullanma hakkı onun üretiminde payı olan herkese ait olmalıdır. Şehri meydana getiren kolektif emekçilerin şehir hakkı talebine temel oluşturan da zaten budur.
Şehir hakkı mücadelesi, başkalarının ürettiği ortak yaşamı dur durak bilmeksizin sömüren ve ondan rant devşiren sermayenin iktidarını hedef alır. Buda bize asıl sorunun, mülkiyet hakkının kişiye özel oluşunda yattığını ve bu hakkın malikine, başkalarının yalnız emeğine değil, ortaya çıkardıkları kolektif ürüne de el koyma hakkı verdiğini hatırlatır. Bir başka deyişle, sorun ortak alanda değil, onu çeşitli ölçeklerde üreten veya kullananlar ile şahsi çıkarları için ona el koyanlar arasındaki ilişkidedir.
Kapitalist üretim, toplumsal üretim süreçlerinin tekniklerini ve bunların bileşim oranlarını geliştirirken, bir yandan da bütün servetin ilk kaynağı olan emek ve toprağı mahveder. Bu bağlamda, kentleşme ayrıca farklı ortak alanların hiç durmadan üretilmesi ve özel çıkarların buna sürekli el koyması ile emeğin ayrıca varsıl sınıflar lehine sömürülmesi sürecidir. Tabi ki sermaye bunları yine sınıf imtiyazı ve iktidarının çok merkezli yönetim aracılığıyla organize eder. Diğer yandan, neo liberal siyaset aslında hem idari ademi merkeziyetçiliğin hem de yerel özerkliğin azami düzeye çıkarılmasını destekler. Hatta, ademi merkeziyetçilik ve özerklik, neo liberalleşme dalgasının daha derin eşitsizlikler yaratmakta kullandığı başlıca vasıtalarıdır. Bu eşitsizlikleri önlemek için de bağımsız ve özerk olarak işleyen topluluklar arasında ilişkiler kurulmalı ve bunlar denetlenmelidir.
Kapitalist birikim pratiklerine dayanan tahribatların önünü almak ve süreci tersine çevirmek, ancak artı ürün üretimi ve dağıtımının toplumsallaştırılması ve herkesin kullanımına açık yeni bir ortak servetin oluşturulmasıyla mümkündür. İşte bu bağlamda ortak alanlara dair teori ve retoriğin canlanması apayrı bir önem kazanmaktadır.
Müşterek alanların siyasi bir mesele olarak geri dönüşü, kapitalizmle mücadelenin bir parçası haline getirilmelidir. Ayrıca, kolektif emeğin gücünü ortak yarar için kullanmanın yaratıcı yollarını bulmak ve üretilen değeri onu üreten emekçilerin denetiminde tutmak gerekir. Bu ise çift koldan siyasi taarruzu gerektirir.
Bir yandan devlet giderek daha fazla kamu hizmeti sunmaya zorlanmalıdır, diğer yandan kentli nüfuslar kendi kendine örgütlenerek bu hizmetleri sahiplenmeli, onlardan faydalanmalı ve toplumsal yeniden üretim ve çevreye ait metalaşmamış müşterek alanları genişletmek ve iyileştirmek yönünde bu hizmetlere katkı yapmalıdır. Devam edecek…..