17. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu, pek çok siyasi çalkantının yanı sıra, tasavvuf ve maneviyatın da derinlemesine yaşandığı bir dönemdi.
Bu dönemde doğan ve bugün hâlâ saygıyla anılan bir isim var: Niyâzî Mısrî. Asıl adı Mehmet olan bu büyük mutasavvıf, 1618 yılında Malatya’da dünyaya geldi. Ancak, tasavvuf yolculuğunda Mısır’a gidip burada eğitim aldığı için “Mısrî” lakabıyla anıldı. Onun hikâyesi, sadece manevi derinliği ile değil, aynı zamanda sürgünlerle, acılarla ve insan ruhunun dayanıklılığıyla dolu bir öyküdür.
Niyâzî Mısrî, tasavvufî şiirleri ve eserleriyle tanınır. Onun ilahi aşkı, dünya hayatının geçiciliğini ve içsel yolculuğunu anlattığı şiirleri, Osmanlı tasavvuf edebiyatının en parlak örneklerinden biridir. Ancak, onun yaşamı sadece maneviyatla sınırlı değildi; aynı zamanda dönemin siyasi meselelerine de eleştirel bir gözle yaklaşıyordu. Bu eleştirel tavır, onu Limni Adası’na sürgüne kadar götürdü.
Limni Adası’ndaki sürgün hayatı, Niyâzî Mısrî için acılarla dolu bir dönemdi. Rivayetlere göre, burada yaşadığı dönemde ayağında çıkan yara – halk arasında “bukal” olarak bilinen hastalık – onun büyük ıstırap çekmesine neden oldu. Bu yara, vefatına kadar iyileşmedi ve hayatının son günlerine kadar onunla kaldı. Ancak, Niyâzî Mısrî’nin acıları sadece bedensel değildi; sürgün hayatı boyunca yaşadığı manevi acılar ve yalnızlık, onun şiirlerinde de derin izler bıraktı.
Onun mezarına çakılan çiviler, halk arasında onun ölümden sonra bile huzur bulamayacağına dair bir inanç yaratmıştı. Ancak bu çivilerin daha sonra çıkarılması, belki de Niyâzî Mısrî’nin manevi gücünün ve halk üzerindeki etkisinin bir yansımasıydı. Çivilerin çıkarılmasıyla birlikte, onun ruhunun nihayet huzura kavuştuğu düşünülüyordu. Bu hikaye, Niyâzî Mısrî’nin yalnızca yaşarken değil, ölümünden sonra da halkın gönlünde derin izler bıraktığını gösterir.
Bugün, Niyâzî Mısrî’nin şiirleri ve düşünceleri hâlâ birçok insan tarafından okunuyor ve üzerinde derinlemesine düşünülüyor. Onun hayatı, sadece bir mutasavvıfın değil, aynı zamanda zamana ve zorluklara direnen bir insanın hikâyesi olarak karşımızda duruyor. Niyâzî Mısrî’nin hayatından alabileceğimiz en büyük ders, insan ruhunun ne denli dayanıklı olduğu ve manevi gücün insanı nasıl ayakta tutabileceğidir.
Niyâzî Mısrî, tarih boyunca pek çok zorlukla karşılaşmış, ancak hiçbir zaman inancından ve düşüncelerinden ödün vermemiş bir şahsiyet olarak kalplerde yerini almıştır. Onun hayatı, bugün de bize cesaret ve direnç aşılayan bir örnek olarak duruyor.
Bu büyük mutasavvıfın derin duygularını ve Allah’a olan aşkını anlatan şu şiir, onun iç dünyasının kapılarını aralar niteliktedir:
‘’Derman arardım derdime. Derdim bana derman imiş. Bürhan sorardım aslıma. Aslım bana bürhan imiş
Varlık sebebim aşk imiş. Aşk ise bir ah imiş. Gerçek mihrap, rahmetmiş. Rahmet ise aşk imiş”
Niyazi Mısrî
Niyâzî Mısrî’nin bu dizeleri, onun derin tasavvufi anlayışını ve ilahi aşkın insan ruhunda bıraktığı izleri özetler niteliktedir. Şiir, Niyâzî Mısrî’nin dünyasında her şeyin aşka ve aşkla varlık bulduğunu, insanın kendi derdinde bile derman bulabileceğini anlatır. Bu bakış açısı, onun manevi yolculuğunun özünü anlamamıza yardımcı olur.