Kırılanları her ne yaparsak yapalım toparlayamayız. Yapıştıramayız, telafi edemeyiz, sarf ettiğimiz her çaba aslında daha da parçalar, kırgınlıkları un ufak eder ve acımasızca yüreğimize batırır.
Siz onları her ne kadar halının altına süpürseniz de, öylesine batar ki bedeninize. Kimileri toplar tüm kırgınlıklarını, kaçar gider kıranlardan, onları geride bıraktığını düşünerek, başka bir yerde tamir edebileceğini zanneder. Ama bilmezler ki o kırgınlıkları zaten yüreğinde taşımaktadır. Kendini koyduğun yere, dönüp bakmalısın aslında. Yüreğimizi öylesine savunmasızca emanet ettiğimizde, kıran kişiler pek de yabancısı değiller bu yüreğin.
Bitmek bilmez, dinmez bu yüreğin sızısı. Belki de bizlerin en büyük sorunudur bu. İçimizde var olan bu aciz organı çözememek! Ne için var olduğunu bilememek! Ne zaman ve kimin için atacağını, attığı vakit nasıl duracağını? Küçük bir çocuk gibi değil mi yüreğimiz? Gördüğü andan itibaren sürekli annesinin eteklerini çekiştirip, durmadan istediğini söyleyip, onun olana kadar mızmızlanan, küçük bir çocuk. Görüp aşık olduğunu düşünüp, sürekli bedenimizin eteklerini çekiştirip duruyor ve bizim olanı almak için başımızı şişiriyor. Beynimizi bile ele geçiriyor.
Ne çaresi ne de dermanı var bunun. Yanımıza alıp götürdüğümüz kırgınlıkları ve birde bu aciz organı, belki de yok saymalıyız. Olabildiğince görmezden gelmeliyiz ki, ta ki o kendini önemsiz hissedene kadar. Seni aciz kılan her davranışı, bir yük misali sırtından söküp atmalısın. Velev ki bu acizlik, ete kemiğe bürünüp bizleri ele geçirecek ve dinmek bilmeyen bir korla ölüp gideceğiz. İşte o zaman bu kor, gömüldüğü toprakları talan edecek, tıpkı aciz kalbimize yaptığı gibi. Hak edilmemiş bir zafer bu aslında. Kırgın kalbimizin yabancı bir bedene olan yenilgisi…