Dün 2009 yılına ait “The Road” isimli bir film izledim. Her ne kadar filmin yayınlanma tarihi eski olsa da film, henüz varamadığımız ancak bu gidişle çok uzak olmayan bir gelecekteki felaketten bahsediyordu. Neredeyse hiç bir canlının kalmadığı yeryüzü, tüm renklerini kaybederek siyah ve griye bürünmüş.
Filmde: Bilinmeyen bir sebep yüzünden baş gösteren yangınlar, tüm hayvanları, bitki örtüsünü, doğal kaynakları ve dolayısıyla insanlığı yok ediyor. “The Road” 2006 yılında Cormac McCarty tarafından yazılmış bir kitap ve aslında romanın beyaz perdeye aktarılmayan kısımları filmden daha karanlık bir içeriğe sahip. Beyaz perdeye yumuşatılarak yansıtılan haliyle bile üzücü olan film, insanlığın el birliği ile dünyayı yok edişinden sonraki cansız bir evrende, hayatta kalmaya çalışan babayla oğulun umutlarını ve umutsuzluklarını anlatıyor.
Filmin benim için ürkütücü olan tarafı o iki insanın verdiği yaşam mücadelesi değildi. Benim dikkatimi verdiğim kısım, tüm film boyunca dünya bu hale gelene kadar ne aşamalardan geçmişti. Hangi kaynaklar yok edilmişti. Neler gözden çıkarılmıştı. Tükenilmişliğe ve yok olmaya başlayan dünyanın “Beni kurtar” sinyalleri hiç mi fark edilmemişti. Edilmemişti evet…Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi…
Yaşadığımız dünyanın, aldığımız nefesin, kullandığımız temiz su kaynaklarının kıymetini bilmeden, ne kadar değerli olduğuna önem vermeden yaşayıp gidiyoruz. Biz insanoğlunu hayvanlardan ve bitkilerden ayıran özelliğin zekamız, düşünebilme yeteneğimiz yada konuşma yetimiz sanıyoruz. Oysa ki aynı bile değiliz. Konuşmadığını, öylece durduğunu düşündüğümüz bitkiler sadece dünyayı güzelleştirmekle kalmayıp, tüm canlıları beslemek yada temiz bir hava solumamıza yardım etmek için var olmuşlar. Hayvanlar kendi hallerindeki yaşam tarzlarına müdahale etmediğimiz sürece kendi döngülerinin dışına çıkmadan yaşıyorlar. Doğaya katkı olmanın dışında verdikleri hiç bir zarar yok.
Peki ya insanlar? Orman yangınlarını çıkaran, ağaçları kesip yeryüzünü betonlaştırarak kelleştiren sonrada yapay yeşilliklerle güzelleştirdiğini düşünen, uçan, sürünen, koşan, yüzen her hayvanı yediği yetmiyor gibi kendi halinde yaşamaya çalışanlara da işkence etmekten geri kalmayanlarız. Elbetteki bu halimizle doğal bir döngüyü tamamlamaya çalışan ve varlıklarının hakkını veren diğer canlılarla aynı kategoride bile yer alamayız. Zira biz ki herhangi bir felakette kendi cinsimizi sadece yok yere katletmekle kalmayıp yiyebiliyorsak, düşünen iki ayaklı yeryüzü canavarlarından başka ne olabiliriz ki?
Filmlerde ve kitaplarda yer alan kıyametler belki kurgu olduğu için dikkat çekmeyebilir. Hatta pek çok kişi bu felaketleri abartı bularak, insan zihninin yarattığı komplo teorisi olarak komik bile bulabilir. Ancak yavaş yavaş tükenmekte olan kaynaklarımız için alınmayan her önlem, bizi gün be gün kurgu sandığımız bir kıyamet gerçekliğine yaklaştırıyor olabilir. Yapay insanlarla yapaylaştırılmaya çalışılan bir doğaya alkış tutmak, bizi tıpkı filmde anlatılmak istenen gerçek gibi canlı ırkın tükendiği bir dünyadan başka bir yola taşımayacaktır. Varlığımızın hakkını sevgiyle verebilmek dileğiyle…