Son yıllarda Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde kadına yönelik şiddetin en acı yüzü olan kadın cinayetleri, toplumun derin yaralarından biri haline gelmiştir.
Her geçen gün artan bu trajik vakalar, sadece birer istatistik değil, aynı zamanda kadınların güvenlik ve yaşam hakkıyla ilgili ciddi bir sorunun göstergesidir. Kadın cinayetlerinin ardındaki sebepleri anlamak, bu yıkıcı olguyu kökten çözmek için önemli bir adımdır. Ancak bu adımı atarken, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kültürel normlar, yasal düzenlemeler ve ekonomik koşullar gibi pek çok faktörü göz önünde bulundurmak kaçınılmazdır.
Kadına cinayetlerinin kökenlerini anlamak, sadece semptomları tedavi etmekten daha fazlasını gerektirir. Bu, toplumun derinliklerine inmek, cinsiyet rollerini, eğitimi, yasaları ve sosyal normları gözden geçirmek demektir. Ancak bu şekilde gerçek ve kalıcı değişimler sağlanabilir. Bu yazıda, kadın cinayetlerinin sadece bir sonuç olmadığını, aynı zamanda toplumun kırılgan bir yarası olduğunu ve bu yaranın iyileşmesi için ne gibi adımlar atılması gerektiğini inceleyeceğiz. Öncelikle elimizde olan net bilgilere ve istatistiklere bakalım.
Türkiye’de kadın cinayetleri, 2000’li yılların başından itibaren alarm verici bir artış gösterdi. Özellikle 2019 yılı, son on yılın en karanlık dönemlerinden biriydi. 2019 yılında 477 kadın cinayete kurban gitti, bu da son on yıl içinde en yüksek rakamı oluşturdu. Ancak bu sadece bir istatistik değil, her biri bir yaşam hikayesini ve acı bir gerçeği temsil ediyor.
Örneğin, sadece Ocak ve Şubat aylarında 40 kadın cinayete kurban gitti. Her geçen yıl katlanarak artan bir sayı… Sayı dediğime bakmayın, her birini bir ceset olarak düşünün, 479 cesedi yan yana koyun bakalım tabii bir de bunun karanlıkta kalan kısmı var. Türkiye haritasına baktığımızda, özellikle İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde kadın cinayetlerinin görülme sıklığının nispeten daha düşük olduğunu gözlemliyoruz. Ancak bu düşük sayılar, gerçek bir azalmadan çok, tahminen intihar süsü verilen cinayetlerin kayıtlara geçmemiş olabileceğini düşündürüyor.
Bu bölgelerdeki kadın cinayetleri, belki de daha az dikkat çekici veya rapor edilmemiş olabilir. Bu durum, sadece istatistiklerle değil, aynı zamanda toplumsal algı ve raporlama süreçlerinin de gözden geçirilmesi gerektiğini vurgular nitelikte. Gerçeklerin görünmeyen yüzü, çoğu zaman istatistiklerin ötesinde yatmaktadır ve bu da kadın cinayetleriyle mücadelede daha fazla şeffaflık ve dikkat gerektirir. 1999 yılında dünya genel eğiliminin aksine Türkiye’deki kadın intiharlarının erkek intiharlarından yüksek olması intihar olgusunu Türkiye gündeminde fazla yer almasına neden olmuştu.
Batman ve merkezi ilçelerinde 2000 yılının ilk 8 ayında intihar ortalamasının Türkiye intihar ortalamasının yaklaşık 2 katına çıkmasını ve intihar edenlerin % 80’nin kadın olması üzerine kamu kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinin dikkatini çekti ve yöredeki kadın intiharlarına odaklanmalarına neden oldu. Araştırmalar, kadın intiharlarının çoğunun töre baskısı altında gerçekleştiğini ortaya koydu. Basında intihar olarak yansıtılan olayların bir kısmının ise aslında intihar süsü verilmiş töre cinayetleri olduğu belirlendi.
Ancak son yıllarda artış gösteren bu vakalar karşısında farklı kesimlerden farklı yorumlar ortaya atıldı. Kimi, toplumun giderek delirdiğini savundu, kimi hükümetin kadın düşmanı politikalarını suçladı. Bazıları dinsizlik ve imansızlıkla ilişkilendirirken, diğerleri ise bu tür olayların kökenini daha derin toplumsal dinamiklerde aradı. Ancak tüm bu tartışmaların ardında yatan gerçek, kadın intiharlarının karmaşık ve çok boyutlu bir sorun olduğudur. Bu sorunu anlamak ve çözmek için yüzeysel tartışmalar yerine derinlemesine analizler ve etkili politikalar gerekmektedir.
Özellikle 2011’den itibaren sayıların artış göstermesinin bir nedeni, Avrupa’ya uyum süreci kapsamında ve daha sonra yapılan kadın haklarındaki reformlardır. Bu reformlar, kadınların eşinden ayrılmak ve birey olarak yaşamak konusundaki imkanlarını arttırmıştır. Ancak bu artış, bazı kesimler arasında toplumsal yapıda değişime dirençle karşılanmış ve kadınların daha özgür bir yaşam sürmelerini istemeyen kişilerin tepkisine yol açmıştır. Bu durum, cinayet sayılarının yükselmesinde etkili olmuştur. Özellikle Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye yerleşmesiyle birlikte, boşanma davalarında artış yaşanması da dikkat çekicidir.
Kadın cinayetlerinin sebepleri ve fail profilleri incelendiğinde, 2008-2018 yılları arasında gerçekleşen 1.260 cinayet vakasını inceleyen bir araştırma önemli veriler sunmaktadır. Bu verilere göre, kadın cinayetlerinde en sık fail olarak karşımıza çıkanlar arasında öldürülen kadının kocası yer almaktadır. 623 cinayette bu şekilde bir ilişki belirlenmiştir. İkinci sırada ise sevgililer tarafından işlenen cinayetler gelmektedir, bu vakaların sayısı 163’tür. Üçüncü sırada ise eski koca cinayetleri bulunmaktadır ve bu vakaların sayısı 94’tür. Tanıdık biri tarafından işlenen cinayetler ise 88’dir.
Hırsızlık ve tecavüz vakaları sonrasında gerçekleşen cinayetler de önemli bir yer tutmaktadır. Ardından, akraba cinayetleri, kardeş, oğul, baba gibi aile bireyleri arasında yaşanan cinayetler sıralanmaktadır. Bu veriler, kadın cinayetlerinin sıklıkla yakın ilişkiler içindeki kişiler tarafından işlendiğini göstermektedir. Suçluların öne sürdüğü başlıca gerekçeler arasında, kadının ayrılık talebi, namus kavramı, aldatılma veya kıskançlık gibi faktörler ön plana çıkmaktadır. Bu bilgiler ışığında, cinayet işleyen erkeklerin genellikle namus, gurur, şeref gibi kavramlara sıkı sıkıya bağlı oldukları ve bu değerlerin ihlal edilmesi durumunda şiddet eğiliminde bulundukları anlaşılmaktadır.
Ancak, bu noktada şu soru önem kazanmaktadır: Neden?
Platon ve Kant düşüncelerden ziyade Freud gibi bir yaklaşım izlemek daha anlamlı olabilir. Toplumun belirlediği tabular, doğrular ve yanlışlar, bireylere dayatılan normlar, bu noktada önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle bizim gibi toplumlarda, terk edilen veya eşinden ayrılan erkeklere yönelik şeref ve namus baskısının varlığı göze çarpmaktadır.
Çocuklara cinsiyet rollerini küçük yaşlardan itibaren dayatanlar, genellikle babalar değil, çocukların etrafındaki annelerdir. Kız çocuklarına baskı uygulayanlar da genellikle babalar değil, annelerdir. Benzer şekilde, erkek çocuklarına kadınlarla ilgili şeref ve namus kavramlarını aşılayan kişiler, genellikle babalar değil, annelerdir. Bu durum, çocuklar evlendikten sonra bile hala şeref ve namus bekçiliği yapan kişilerin genellikle babalar değil, anneler olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, kadınların da toplumdaki cinsiyet rollerini yeniden tanımlamak ve bu tür baskıları sonlandırmak için önemli bir rol oynaması gerekmektedir.
Yapılan araştırmalar, bir mahallede bulunan ayrılmış bir bayana yönelik en çok baskı ve mobbing uygulamanın genellikle kadınlar tarafından yapıldığını göstermektedir. Bu durum, toplum içindeki kadınlar arasındaki ilişkilerin karmaşıklığını ve kadınlar arasında yaşanan sosyal dinamikleri ortaya koymaktadır.
Özellikle altın günleri gibi toplumsal etkileşimlerde, kadınlar arasında aşağılayıcı dedikoduların ve mahalle baskısının yaygın olduğu belirlenmiştir. Bu dedikodular ve baskılar, genellikle orta yaşlı kadınlar tarafından yönlendirilmektedir. Bir kadının ismi yerine, onu Alinin, Velinin eşi olarak tanıtan kadınlar, bu baskıların önemli bir kısmını oluşturmaktadır.
Bu durum, kadınların kendi aralarında da cinsiyet rollerini ve sosyal normları koruma ve uygulama eğiliminde olduğunu göstermektedir. Toplumdaki kadınlar arasında yaşanan bu tür baskılar, ayrılmış veya farklı yaşam tarzlarına sahip olan kadınların yaşadığı zorlukları artırmaktadır. Bu nedenle, kadınların kendi aralarındaki ilişkilerde de empati, anlayış ve destek odaklı bir yaklaşımın benimsenmesi önemlidir.
Ölümler üzerinden prim yaparak gündeme gelen ve tepkiler aldıktan sonra sessizliğe bürünen bazı kesimler, feminist platformlarda konuyu paylaşıp kadına şiddetin varlığını vurguladıktan sonra, paradoksal bir şekilde kadına şiddetin olduğu dizilerde rol alan sözde oyuncuları eleştiriyorlar. Bu durum, “kadın beyanı esastır” gibi ilkeleri savunan, ancak aynı zamanda izleyen kadınların haklarını sömüren ve hemcinslerine baskı uygulayan kadın faşistlerin varlığını akla getiriyor.
Kadın faşistlerinin asıl hedefi, cinayetleri engellemek değil, tam tersine cinayetlerin artmasını ve daha dehşet verici hale gelmesini sağlamaktır. Bu şekilde, toplumda korku ve endişe yaratılarak, kadınları kontrol altında tutmanın ve hedefledikleri kanunları kolaylıkla geçirmenin yollarını buluyorlar.Bu durum, kadın hakları mücadelesini yanlış yönlendiren ve kadınların gerçek gücünü inkar eden bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Gerçekten de, kadınların özgürlüğü ve güvenliği için mücadele etmek yerine, kendi cinsiyetlerine yönelik şiddeti teşvik eden ve meşrulaştıran bu tür faşist yaklaşımlar, toplumun ilerlemesine engel olmaktadır. Bu nedenle, kadın haklarına gerçek anlamda destek olmak ve cinsiyet eşitliğini sağlamak için bu tür yanlış ve zararlı ideolojilere karşı mücadele etmek önemlidir. Gerçek çözümler üretmek yerine, erkek düşmanlığı yapanlar genellikle erkekleri suçlayarak veya onları aşağılayarak, aslında gerçek problemleri görmezden geliyorlar. Bu tutum, toplumda gerçek bir değişim ve ilerleme sağlamaktan ziyade, kutuplaşmayı artırıyor ve işbirliği yapma şansını azaltıyor.
Bursa’da, kredi kartını alamadığı için babası hakkında cinsel istismara uğradığını iddia eden 20 yaşındaki bir genç kızın, babasını kanıtsız bir şekilde suçlaması sonucunda, adamın hayatı ciddi şekilde etkilendi. Gerçeği sonradan itiraf etse de, bu durum babanın itibarını zedeledi ve yaşamını mahvetti. “Eğer itiraf etmeseydi, hayatını karartmasaydı” dediğinizi duyar gibiyim. Ancak benzer örnekler, maalesef, sık sık karşımıza çıkıyor.
Adana’da ise, FNB adlı bir kişi, sosyal medyada tanıştığı Muhammed Reşit Yıldırım tarafından tecavüze uğradığını ve bu yüzden hamile kaldığını iddia etti. Polisler, hemen tecavüzcü Yıldırım hakkında soruşturma başlattı. Ancak sözde feministler sosyal medyada Yıldırım’a ağır hakaretlerde bulunarak halkı da aynı şekilde teşvik etti. Genç çocuğa Türkiye’nin dört bir yanından hakaret yağmuru yağdı. Bu durum üzerine kızın babası, genç adamı öldürdü. Bu olay, toplumun alkışları ve tebrikleriyle karşılandı. “Yargı adaleti sağlayamıyorsa, biz sağlarız” düşüncesi hakimdi. Ancak sonradan ortaya çıktı ki, kızın iddiaları asılsızdı ve genç adamla hiçbir ilişkisi yoktu. Kız, aslında sevgilisinden hamile kalmış, ancak korktuğu için gerçeği söyleyememişti. Bu durumda, Yıldırım’ın suçlanması ve hedef alınması tamamen haksızdı ve trajik bir sona yol açtı. Bu örnekler, yanlış iddiaların ve toplumsal linç kültürünün ne kadar tehlikeli olabileceğini göstermektedir.
Bu örnekler ve benzer vakalar, namus, şeref ve kıskançlık gibi kavramların sadece belli bir cinsiyete mal edilmesinin, kadın faşizmi olarak nitelendirilebilecek bir toplumsal sorun olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu tür yanlış iddialar ve toplumsal linç kültürü, masum erkekleri haksız yere suçlamakta ve onların hayatlarını mahvetmektedir. Dolayısıyla, yıllardır nafaka ödeyen ve haksız yere suçlanan erkekler gibi birçok masum insanın yaşadığı acı gerçekler de göz ardı edilmemelidir.
Bu durum, toplumda cinsiyetçiliğin ve toplumsal önyargıların ne kadar tehlikeli olduğunu göstermektedir. Gerçek çözüm, her iki cinsiyetten insanların bir araya gelerek, cinsiyet eşitliği ve adalet için birlikte mücadele etmeleridir. Bu mücadelede, toplumun her kesiminin haklarını ve adaletini savunmak önemlidir, çünkü sadece bu şekilde gerçek bir eşitlik ve adalete ulaşabiliriz. Bu nedenle, yanlış iddialar ve toplumsal linç kültürüyle mücadele etmek, adil ve eşit bir toplumun inşası için kritik bir adımdır.