Eleştirilemeyen tiyatro.. İnsan(lık)a ve hayat(larımız)a dair her şeyin târumâr edildiği tabloda, tiyatro(cu)nun gerekliliği üzerine yazmak da kolay değil elbet.
Ancak ‘Deli Sanat Doğaçlama Tiyatro Kumpanyası’nın, “Bir ülkenin koca koca yangınlarına kanal kanal su değil, varil varil sanat taşımak gerek! haykırışını ve Maksim Gorki’nin, “İnsan için yapılan her şey yararlıdır. Şarkı da söylemeli, dans da etmeli, neşeli yaşamak için kahkaha da atmalı. Fakat tiyatro yalnızca neşelenecek bir yer değildir, başka yararları da vardır. Tiyatroya gidenler meyhaneden ayaklarını keser,” uyarısını kulağımıza küpe etmek “olmazsa olmaz”!
Hem de Anton Pavloviç Çehov’un, “Tiyatro çok şey yitirdi İrina Nikolayevna! Eskiden güçlü meşe ağaçları vardı, şimdi karşımıza çıkanlar ise bildiğimiz kütük,” deyişindeki üzere iken birçok şey bugün(ümüz)de de…
Her şeye karşın tiyatro çok önemlidir. Çünkü sorgulayan ve sorgulatan bir yapıdır o; hayatların düşünsel ve duygusal boyutunu her dönemde besleyen
Aristophanes, “Söz insan düşüncesinin kanadıdır/ İnsanı sözdür yücelere çıkaran/ Ben de sana akıllıca söz etmekle/ Kanat takmış oluyorum kafana,” derken kuşkusuz tiyatronun dinamik yapısına, eleştirel özüne vurgu yapar…
Edward Bond, “Adalet tiyatronun ana temasıdır,” der…
Antik Yunan’dan başlayarak her dönem ortak bir zenginlik içeren tiyatro ‘Antigone’daki üzere sistemi ve adaleti sorgular.
Tıpkı William Shakespeare’in oyunlarında aklın özgürleşmesi vurgulandığı ya da Anton Çehov’un insan hâllerini irdelediği üzere…
Evet, geçmişte olduğu gibi bugünde de çok önemlidir tiyatro. Çünkü o ufkumuzu genişletirken, insan olduğumuzu ve bunun gereklerini anımsatır bize…
Boşuna dememiş “Sahne sanatın yaşama döndüğü alandır” diye Oscar Wilde…
Nihayetinde -koşullar ne olursa olsun- üretmenin, çalışmanın; yaratmanın, yorumlamanın direngen mevzisidir tiyatro dramından, komedisine…
Kabul edilmeli: Coğrafyamızda iktidarların tiyatroyla kurduğu ilişki son derece marazidir. Tiyatro, doğası gereği tutuculuk karşıtı bir pozisyon anlamında ilericiyken; verili kalıpları, değerleri, yaşayış biçimlerini sorgular, itiraz, deforme eder. Bu bağlamda da eleştirir, değiştirme talebini dillendirir.
Böyle olunca da Haldun Dormen’in, “Siyasetin bir baskı aracı olduğu muhakkak,” ya da Altan Erkekli’nin, “Tiyatro, sanatın en köklü dallarından biri. Vazgeçilmez,” ifadesindeki üzere hayatı kucaklayan tiyatronun egemenlerin baskısına maruz kalması malûmun ilanıdır! Bugün(ler)de yaşa(tıl)dıklarımız üzere…
Yıllardır Kürtçe oyunlar oynayan ‘Teatra Jiyana Nû/ Yeni Yaşam Tiyatrosu’ da Dario Fo’nun ‘Yüzsüz’ oyununu ‘Beru’ adıyla Kürtçe olarak Gaziosmanpaşa Sahnesi’nde oynayacaktı. Zaten 3 yıldır bu oyunu birçok yerde de oynamışlıkları vardı. Temsile 4 saat kala kaymakamlıktan yasaklama emri geldi. Gerekçede kamu düzenini bozabileceği” ileri sürülüyordu. Ancak nasıl bozabileceğine açıklık getirilmiyordu. Özetle Kürtçe tiyatro oyunu oynatmak suç oldu… Oyunun yönetmeni Nazmi Karaman ise “Kürtçe olduğu için yasaklandı” ifadelerini kullandı!
Genco Erkal yönetimindeki Dostlar Tiyatrosu’nun İstanbul Kadıköy Lisesi bahçesindeki tarihi Mahmut Paşa Konağı’nda gerçekleştirdiği açık hava tiyatrosu, 15 Temmuz’daki darbe girişiminin ardından alınan “güvenlik tedbirleri” gerekçesiyle iptal edildi!
Yolcu Tiyatro’dan oyuncu ve yönetmen Ersin Umut Güler’e, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlar gerekçe gösterilerek 1 yıl 3 ay hapis cezası verildi!
Devlet Tiyatroları oyuncuları kadro beklerken işlerinden oldu. Cumhurbaşkanı Kararnamesi ve Bakan Mehmet Nuri Ersoy’un açıklamasıyla kadro umudu taşıyan yaklaşık 150 tiyatro emekçisi sarı zarfla mevcut işlerinden de oldu!
Bugün(ler)de -AKP iktidarında-, itibarsızlaştırılan alanların başında sanat/ tiyatro da geliyor. İktidar tarafından topluma empoze edilen, “Tiyatrocu olup, anarşist mi olacaksın?”, “Bütün sanatçılar aç”, “Yaşam tarzları bizim aile yapımıza uygun değil,” yaygaralarındaki üzere yabancılaştırılıp, değersizleştiriliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Devlet Tiyatroları’nın artık tek yetkilisi olup; tek adam rejimi için oluşturulan Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) Cumhurbaşkanlığı, Devlet Tiyatroları’nda tek yetkili hâline getirildi; 703 Sayılı KHK ile Devlet Tiyatroları Kanunu’nda yapılan değişiklikler, “Tek adam rejimi”nin pekiştirir nitelikte…
5441 sayılı Devlet Tiyatrosu Kanununun 1. maddesi “Devlet Tiyatroları bir Genel Müdür tarafından yönetilir” ifadesinin kaldırılması ile birlikte tüm yetkiler Erdoğan’a devredildi. Ayrıca “Devlet Tiyatroları Genel Müdürüne en yüksek sanatkâr memur ücretine ilave olarak Bakanlar Kurulu’nca tayin edilecek miktarda idare ve temsil ödeneği verilir” ifadesi, “Cumhurbaşkanınca tayin edilecek miktarda idare ve temsil ödeneği verilir” şeklinde değiştirildi
Bu kadar da değil!
58 ilde tiyatro sahnesinin olmadığı AKP iktidarı döneminde Devlet Tiyatroları’nda görev yapan sanatçılar azaldı. 2002’de Türkiye genelinde 628 olan sanatçı sayısı 2018’de 534’e geriledi.
Tiyatroyu yıpratan koşullara bir de salgın eklenince vaziyet içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Özel tiyatroların durumu içler acısı. Turneler yapılabilecek mi, seyirci gelecek mi, belirsiz; AVM’ler açık ama tiyatro salonlarının tepesinde hep Demokles’in kılıcı…
Özetin özeti: “Sanata ve sanatçıya saygı” sözcükleri hızla anlamını yitiriyor coğrafyamızda. Hâlbuki William Shakespeare oyuncular için “Çağın kısa ve özlü tarihçesidir onlar,” demiş ve Bernard Shaw da, “Sanat var olmasaydı gerçeğin kabalığı katlanılmaz kılardı dünyayı” diye eklemişti..
Ancak bu coğrafyada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “sanatçı müsveddeleri” diyerek hakaret ettiği, yıllarını tiyatroya veren Metin Akpınar ve Müjdat Gezen için 4’er yıl 8’er ay hapisle yargılanma süreci başladı…[17]
Bu(nlar) işin bir yanıyken öteki yanı da egemen saldırının ehlileştirdikleridir…
Taner Barlas’ın, “80 öncesi ve sonrasındaki tiyatroyla günümüz tiyatrosu ve sanatı arasındaki en büyük farklardan biri sanatçıların muhalif duruşunun bir anlamda bölünmesi, parçalanması. Hiçbir zaman, yaşadığımız 12 Eylül’de de, sonrasında da, sanatçılar hiç bu kadar parçalanmamış ve karşı karşıya gelmemişti. Düzenin adamı olmamıştı sanatçı, daima muhalif duruşunu göstermişti, göstermek durumundaydı ama bugün sanatçıların bir kısmının biat ettiğini, maddi çıkarları veya korkuları nedeniyle Büyük Birader’e teslim olduklarını görüyoruz,” biçiminde tarif ettiği hâle ilişkin ekliyor Rutkay Aziz de:
“Daha açık ve net söylemek gerekirse 12 Mart’ı yaşadık, 12 Eylül’ü de yaşadık, koalisyon dönemlerini de yaşadık, şimdiyi de yaşıyoruz… Sol kendi içinde bugünkü kadar dönek çıkarmadı. Ben tanık olmadım, ama Ruhi Su’yu anmak isterim, ona sormuştum 12 Eylül’den sonra döneklerin gündeme gelmesini, Ruhi Bey ışıklar içinde yatsın ‘Evladım, bazı insanlar aslında rücû etmek için bazı tarihleri beklerler,’ derdi.
Böylesine bir “ehlileş(tir)me”, döneklik ortamında yoğun saldırıya maruz kalan tiyatro yüzünü tarihine dönmelidir.
Mesela kurulacak yeni hayatın, geleceğin vurgusuyla bugüne ayna tutup, zamanın ruhunu yansıtan Anton Çehov’un, insanı insan kılan bakış açısını anımsamalıdır.
Ya da geriye büyülü sözcüklerinin ruhunu bırakıp giden, “Tiyatronun beyefendisi”ydi Haldun Taner’i…
Bilinir: İlk yazdığı oyun ‘Günün Adamı’, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmeden kaldırmıştı. O da, “Daha oynanmadan yasaklanması beni meşhur etti. Yere bırakılsa tenis topu kadar sıçrayacak oyun, hızla yere atılınca, tavana kadar sıçradı. Piyesim daha sahne görmeden yasaklayanlara minnettarım,” demişti…
1960’ların başında Brecht’in adının yeni yeni duyulmaya başladığı coğrafyamızda, İstanbul Üniversitesi’ndeki derslerde ayrıntılı bir biçimde işleyen O idi…
Beklan Algan tarafından sahneye konulan ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’nın faşistlerce basılması üzerine oyunun sahnelenmesi için yapılan imza kampanyasında yer alan da Haldun Taner’di…
Epik tiyatroya ilgisini yerel olanla birleştirirken; ‘Keşanlı Ali Destanı’ çıkar ortaya. Sonra da tarihimizde gerçekleşen toplumsal değişimleri ‘Vicdani’ ve ‘Efruz’ adlı iki karakter aracılığıyla anlattığı ‘Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’ oyunuyla çıkar seyircinin karşısına…
Oyunlarını insanların barış içinde, kardeşçe yaşadığı bir dünya oyunlarını yoğuranlardandır O…
Bir de 30 Eylül 2008’de yitirdiğimiz; antropoloji, halkbilimi, tarih, estetik, sanat tarihi alanlarını kucaklayan usta Metin And…
Onun yapıtlarındaki tiyatro yolculukları sizi dünyanın her yerine, ama yoğunlukla Anadolu’ya, Ortadoğu’ya, Asya’ya, Uzakdoğu’ya götürürdü; sadece tiyatro bilgini değil, aynı zamanda tiyatro gezginiydi…
Sonra Özdemir Nutku
O, tiyatroyu bilimsel olarak ele alan çalışkan bir karıncaydı! Zeynep Oral’ın, “Kurucuydu, yapıcıydı, emekçiydi, neferdi… Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Kürsüsü… İzmir 9 Eylül Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü… Araştırma kitapları… Kuramsal tiyatro kitapları… Çeviriler… Makaleler… Bir deryaydı
Ayşe Emel Mesci’nin, “İnanılmaz çalışkan ve üretken bir tiyatro insanıydı… Gerçek bir tiyatro eğitimcisiydi; sayısız öğrenci yetiştirmişti”
Genco Erkal’ın, “Tiyatromuz yaşayan temel direklerinden biri,” diye tanımladıkları “Hocaların Hocası” olarak bilinen; 37’si tiyatro, 22’si çeviri, 4’ü şiir, 12’si oyun ve uyarlama, 2’si senaryo, 1’i çocuk olmak üzere 78 kitap yazıp, yayımlayan sanatçıydı.
Hakkında Murat Tuncay’ın, “Türk Tiyatrosu’ndan onun yazdığı ve çevirdiği eserleri çıkarınca geriye ne kalır? sorusuyla öneminin altını çizdiği O; “Hiç durmadan çalıştı, çalıştı… Zaten Özdemir Hoca’yı başka türlü düşünmek olanaksız”dı. Çünkü O, “Tiyatro biliminin ‘üç büyükleri’nden”di
Ve “Biz bu ülkenin politik tiyatrosunun ilk kuşağıyız. İki büyük ozan bize yol göstermiştir. Biri Brecht, biri Nâzım. Karanlıkta yol alırken ne zaman boşlukta kalsak bu iki büyük yol göstericiye başvururuz. Benim için özellikle Nâzım. Onunla aramızda kolay tarif edilemeyecek bir tutku, bir sevda ilişkisi vardır,”diyen Genco Erkal
Önemli (ve çalkantılı) bir tarihten gelenlerden olması yanında; “Genco Erkal’ı besleyen o iki eşsiz damar: Brecht ve Nâzım”dı deyişindeki üzere…
“Beni sahneye ilk çeken şey beğenilme isteğiydi. Herkes beni alkışlayacak, bana hayran olacak. Sonradan tiyatronun aslında çıkıp kendini göstermek olmadığını anladım. Başladığım yıllarda her şey yasaktı, 50’li yıllar. Nâzım’ın adı bile geçmiyor. Kitapları yok ortada, bir tek dizesini bile bulamazsınız. Marx’tan, Brecht’ten söz edemezdiniz. Yasaklıydı hepsi, kapalıydı bütün kapılar…
Nâzım ve Brecht’tir benim en çok ufkumu açan, bana doğru yolu gösteren. İnsan bir kere doğru yolu gördükten sonra öyle gidiyor eğer ona inanmışsa ve niçin bağlandığını anlamışsa. Doğru olduğunu da sınamışsan artık o senin yolun oluyor ve seni oradan kimse döndüremez…
Tiyatrocu olarak bir şey anlatmaya çalışıyorum yıllardır. Ve hiçbir şeye etkisinin olmadığını düşünüyordum ama şimdi diyorum ki bugün etkisi olmasa da yavaş yavaş insanların içlerinde bir birikim oluşuyor. İnsanlar yavaş yavaş aydınlanmaya, o ışığı görmeye başlayacaklar.”
Evet, gelecek yolunda, bugün ile hesaplaşıp, onu aşmak için geleneğin gücüne muhtaç olan tiyatro; elbette “Zor oyunlarda zorlu yorumlar”ıyla müsemma Çetin Tekindor’u; tiyatroda fenomenleşmiş pek çok oyunda unutulmaz karakterler çizen Nevra Serezli’yi ve Yıldız Kenter’i unutamaz…
Kolay mı? Oyuncu Ayça Bingöl’ün, “Tiyatroya bir armağandır, diye betimlediği “Yıldız Kenter “Bir ‘diva’ydı… Tiyatroyu bir yaşam biçimi olarak benimsemenin en dolaysız ifadesiydi, Ayşe Emel Mesci’ye göre…
Gelenekten söz ederken İsmail Dümbüllü’nün keşfettiği güldürü ustası Nejat Uygur’un, hayatı da sahnesi gibi yaşayan bir rol model olduğu; ‘Hanedan’, ‘Cibali Karakolu’, ‘Kaynanatör’, ‘Alo Orası Tımarhane mi?’, ‘Benim Annem Evden Neden Kaçtı?’ gibi 100’den fazla oyunla tulûat tiyatrosunun son temsilcilerinden olduğunu ve aktüelliğini yitirmediği unutulabilir mi?
Onu ve onun gibileri unutulmaz kılan; “Gülmece arayarak bakar. Uyumsuzluğu yakalayarak mizahı çıkarır. Mizah bir anlamda aynı olaya başka açılardan bakmaktır. Tınısı vardır onun. Onu başarırsanız gerçek bir tiyatro oyuncusu olursunuz,” diyen Deve Kuşu Kabare Tiyatrosu’nun Metin Akpınar’ının altını çizdikleridir.
Söz açılmışken, Metin Akpınar’ın Müjdat Gezen’le birlikte yargılandığı herkesin malumudur…
Tiyatro sahnesinde 67 yılını dolduran; “Cumhurbaşkanına hakaret” suçundan yargılanan Müjdat Gezen, “18 yıldır içinden geçmekte olduğumuz sistemin bir bedeli bu. Biz bu ülkede tabii ki çok sıkıntılar çektik. Cezaevlerinde yattık ama demokrasinin bu kadar çiğnendiği bir dönem olmadı hiç,” diyen; “Varını yoğunu bir hayat boyunca sanatın öğrencilerini yetiştirmeye adamış bir hoca”dır O!
İstanbul Kadıköy’deki sanat merkezi kundaklana Müjdat Gezen, “Bu ülke aydın olmayı hiçbir zaman sevmedi. Belli değil mi? Televizyon programlarına bir bakın, evlilik programlarına bir bakın. Survivor izliyor musunuz? Türkiye’nin profili Survivor’da yatıyor; zannedersiniz ki, kadınlar dedikodu yapıyor. En büyük dedikoduyu erkekler yapıyor. AKP bütün milletin kimyasını bozdu,” diyebilen eleştirel bir itirazın sanatçısıdır.
O, 60’lı yıllardan bu yana, cefalı bir iş olsa da politik tiyatro yapmaktan vazgeçmezken; “Halk, dilinin ucuna gelip söylemek isteyip söyleyemediğini sizden duyarsa gülüyor,” diyen korkusuz cürettir…
Yalanın egemenliğinde de “ehlileştirilemeyen” tiyatro(cu)ya duyulan gereksinim, tam da böylesi korkusuz cüreti “olmazsa olmaz” kılar.
Kolay mı?
Gezi sürecindeki açıklamaları “gerekçe” gösterilerek 2015’te Şehir Tiyatroları’ndan ihraç edilen oyuncu Levent Üzümcü’nün işaret ettiği gibi, “Çağın en büyük sorunu yalan”dır.
Tiyatro(cu)nun görevi yalanın karşısına dikilmektir, aksi takdir de Bertolt Brecht’in, “Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına sanat diyorsunuz,” eleştirisinin muhatabı olmaktan kaçınamayacaktır.
O hâlde Jacques Ranciere’in, “Sanat ancak sanat olduğu sürece siyasaldır. Ve yalnızca duyulur dokuları ve alımlanma tarzlarıyla, tüketim nesnelerinin statüsünden radikal biçimde farklılaşan nesneler ürettikçe sanatsaldır,” tanımını unutmadan, dediklerine kulak verilmelidir:
Hep çağırdılar sizi, onlar sahne Bize uyandıran bir tiyatro lazım. Sinirlerimizi ve yüreğimizi uyandıran tiyatro.