Her insan, bir gün yolunu aydınlatacak, sıkıntılarından kurtaracak, feraha kavuşturacak bir ışık hayal eder; hayal ettiği ışığın umuduyla koyar başını yastığına. Uykuya dalmanın en muhlis halidir bu.
Uyanıklıkla uyku arasındaki o kadim zaman, kişinin belki de kendi içinde en huzurlu olduğu andır. Düşlerin gerçekliklerle çarpışmasına mahal yoktur. Her şey kişinin zihnindeki var oluşunun boyunduruğundadır ve ne isterse o olmaktadır. O ışığın bir gün mutlaka ama mutlaka kendisini bulacağı inancıyla uykuya dalmak gibisi de yoktur zannımca.
Umutlarını bir ışığa iliştirip uykuya dalanların, gerçek ışıktan yoksun bir şekilde soğuk beton blokların altıda sıkışmış hâlde göz kapaklarını aralamalarıdır boğazımızda düğümlenen.
Mekan, hem zamanı hem hareketi yutmuştur artık. Çok değil, birkaç saat önce zihinleri berraklaştıran hayallerin yerini ıssızlık, kimsesizlik, terk edilmişlik, yaklaşmış ama henüz uğramamış ölümü kıpırtısızca bekleme hâli almıştır.
Dünyadaki tüm dilleri bilsek de, o dillerden milyonlarca; milyarlarca sözcüğü yan yana getirsek de o sahipsizliği, yitmişliği tasvir edebilmemiz mümkün değil. Ancak dilimiz döndüğünce, zihnimizdeki zerre yansıması kalemimizin ucuna değdikçe anlatmalı, yazmalı ve hatta haykırmalıyız ki herhangi bir şekilde ihmali olanların ruhları o enkazların altında sıkışabilsin.
Anlatmalı, yazmalı ve hatta haykırmalıyız ki ruhun belki defalarca tecrübe ettiği bu sıkışmışlık hâlini, bizatihi bedenle deneyimleme ihtimali hiç çıkmasın aklımızdan.
Anlatmalı, yazmalı ve hatta haykırmalıyız ki karanlıkta kıpırdamadan durmanın, durmak zorunda kalmanın tasviri hiç silinmesin zihnimizden.
Anlatmalı, yazmalı ve hatta haykırmalıyız ki umudun aydınlatıp ferahlatamadığı anlar içinde mahpus kalmanın bedensel çaresizliğini hayal edebilelim ve asla kendi başına gelmeyeceğinin aymazlığı ile gündelik işlere hileyle dalmışlara hatırlatabilelim.
Anlatmalı, yazmalı ve hatta haykırmalıyız ki ayağa kalkamamanın, kolunu milim oynatamamanın, üstelik bunları yapabilecek fiziki kuvvete sahip iken harekete geçememenin, büyük; küçük tuvaletini mecburen üzerine yapmanın ve o hâlde, o sıkışmışlığa kesintisiz maruz kalmanın korkusunu, utancını hissedebilelim.
Anlatmalı, yazmalı ve hatta haykırmalıyız ki herhangi bir uzvun bir gıdım ötesindeki tonluk betonun olası temasının o tekinsiz bekleyişe korkunç katkısını, korkunun hücreden hücreye sevimsiz bulaşıcılığını, artan susuzluğu, vücudun artan susuzluğa verdiği hakiki yanıtın çıplak gerçeğine şahitliğini, boşalan midenin görevini devralan sistemin peyderpey ortaya çıkardığı tesirleri; Bulantıyı, baş dönmesini, kas kramplarını, istemsiz kasılmaları… kendi vücudumuzda yaşayabilelim.
Anlatmalı, yazmalı ve hatta haykırmalıyız ki hiçbir düşüncenin zihni oyalayamamasını, önce ola ki sesim dışarıya ulaşır diye uykuya dalmama gayretini, sonra o sıkışmışlık hâlinden uzaklaşmak adına süresiz bir uykuya dalma arzusunu unutmayabilelim.
Anlatmalı, yazmalı ve hatta haykırmalıyız ki
Yapay hayatlar sürdüğümüz,
Hiçbir şeye muktedir olmadığımız,
Ateş de olsak cürmümüz kadar yer yakamayacağımız,
Gerçeği tokat misali insin suratlarımıza.
Ve bilmeliyiz ki bundan böyle,
Her susuş inceden bir “ölümdür” ruhlarımızda.