İlk kez bugün seni affediyorum anne! Özgür bırakıyorum sana beslediğim kırgınlığımı. Taşıyamıyorum artık. Beni bırakıp gittiğin günden beri kavga ediyordum sen ve kaderle.
Bazen, hatta çoğunlukla hayatın bana bir mesaj verdiğini, bana bir şeyler söylemek istediğini düşünüyorum. Karşıma çıkan her insanın, bana bir şeyler öğrettiğini; her simgenin bana ne tarafa gitmem gerektiğini işaret ettiği hissine kapılıyorum. Şimdi ise karşıma çıkan büyük mesajı anlama derdindeyim.
Bunca yaşıma geldim, sokaklarda yürürken yanımdan geçen insanların hakkımda ne düşündüklerini merak ederken buluyorum kendimi. Konuşurken gözlerime değil de bakışlarını dudak hareketlerime indiriyorlar mı acaba mesela? Markette bir ürüne bakarken, kuaförde beklerken, okula doğru yürürken adımlarıma bakıyorlar mıdır diye.
Bu yüzden oldum olası kimsenin doğrusuna ve kararına güvenemiyordum anne, şimdi ise hiç güvenmeyeceğim artık. Herhangi bir konuda zarar görebilecek tek kişinin yalnızca “ben” olmadığını sana söylemek istiyorum. Artık “iki” kişiyim. Zarar görebilecek iki kişi. Sana bu haberi yüzüne bakarak vermek isterdim, gözlerinin içine bakarak. Fakat şuan yanımda olmayışının bilmem kaçıncı gününde yapayalnız kendi kendime veriyorum bu müjdeyi. Artık bir bebeğim var. Bak beşiğinden sana bakıyor…
Bir dilin, bütün kelimelerini aynı cümle içinde kullansam bile hiç annesini göremeyen birinin anne olmaya çalışmasının hikayesini anlatamam sana. Çünkü sen bile annesiz kalmamışken, ben sensiz büyüdüm. Büyüyebildim mi onu bile bilmeden…
Ben bugün diğer günlerden farklı olarak; ‘keşke’lerimin hepsini bebeğimin göbek bağıyla, duvarda hafif yamulmuş raftaki, senin siyah beyaz fotoğrafının yanına koyduğum allı pullu kutuya kaldırdım bu sabah. Sanki bana bir alınmış bir kırılmış gibi baktın, kalbimde “anne” boşluğunu yavrumla dolduracağımı anlamış olmalısın ki, ince dudakların daha bir inceldi. Bakışların kısıldı. Zaten çok da seçilmeyen gözbebeklerin kirpiklerin arasında kaybolmaya başladı.
“Ne var?” diye sordum. “Ee, bu kutu da senin değil mi? Bir tek bunu bana bırakmışsın ya… Niye küstün bana?” diye sordum. Çevirdin başını sanki öte yana.
İçimde bir his; isterdin sen de yanımda olmak… Bir bebeğin göbek bağı nereye bırakılırsa, oraya ait olurmuş der hala yaşayan anneannem. Ben de sana benzer belki umuduyla senden kalan bu kutuya emanet ediyorum. Ama bu göbek bağını, senin gençken ellerinle pulladığın kutuya bırakmak derdin değil. Öyle değil mi?
Kırık bir sandalyenin üzerinde titrerken dizlerim, ellerim rafta, gözlerim yine sende kaldı. Dünyada insan kimi özlüyorsa onun toprağına dönüşüyor biraz. Özeniyor, içinde besliyor ve büyütüyor çünkü. Merak da ediyor. Sık sık sorduğumdan, az cevap veriyor artık nenem. Yaşlandı iyice tabi. “Ellerin” diyor, “Annen gibi uzun ve ince.” Ben de bir heves ellerimi seviyorum anne. Belki de benzemiyor ama sana dönüşüyor baktıkça.
Senin de ben doğunca böyle mi çarptı kalbin?
Seni ilk kez bu gün affediyorum anne!
Özgür bırakıyorum sana beslediğim kırgınlığımı. Taşıyamıyorum artık. Beni bırakıp gittiğin günden beri kavga ediyordum sen ve kaderle. Herkesin yanı başında dururken yareni, bana bu gurbeti yaşatan kaderle davam bitmiyor anne. Bildiğim tek şey var; cenazeler ölenler için değil, kalanlar içinmiş. Bu yüzden ölmek bir şey değil, yaşamak korkunçmuş bunca zaman.
Hayatıma yeni bir sayfa açmam gerekiyor bugün anne, pullu kutuyu da ters çevireceğim bu gidişle. İstemesem de, yine mi güçlü olmam gerekiyor? Dimdik ayakta durmak çok yorucu. Duygularımı dava edemeyecek kadar pes etmek istiyorum. Bir kerecik olsun, bile isteye zayıf olmak, içimden geldiğince ağlamak, sızlanmak istiyorum. Birilerinin ellerimden tutup; “sen çok güçlüsün, üstesinden gelirsin, bunca zaman hallettin her şeyi” demesini değil, “içinden geldiğince üzülüp ağlayabilirsin, sen de insansın” demesini istiyorum. Bu zamana kadar hep “sorun değil” diyerek kırıldım, artık “evet kusura ben de bakabilirim” demek istiyorum. Ama yine zamanı değil, yine sonsuz güçlü olmam gereken bir dönemdeyim değil mi? Çünkü benim davamın da asıl sahibi karşıdan bana bakıyor minik ellerini titreterek.
Ben sana “anne” diye seslenemezken, minik bir yavrunun beni “anne” diye çağırması, bir ömür yüreğimi kıracak. Koca koca hesapları gördü kalbim de, göğsümdeki anne mumunu söndürmeye kimsenin gücü yetmedi. Daha ben küçücük bir kız çocuğuyum, büyüyemedim ki… Gülmedim mesela en içten şekilde. Zaten içten gülmeyi öğretemezsin annesiz bir insana. Ah, ne çok öldüm ben de seninle biraz olsun yaşayabilmek için. Ben yalnızlıktan, “hayal ettiğim ben” ile “hayatın beni yaptığı ben” arasında bir boşlukta yaşadım. Kendimi hiç bulamadım anne. Hayatımın her anında yalnızlığımı silemedim. Bir dolu hata yaptım, birçok kez düştüm. Ama merak etme hep kalktım da. Sadece kaldırıp yaramı öpen, “geçti” diyen olmadı. Son cesaret “anne” oldum ben.
Yaşayamadıklarımdan dolayı kendimi de bu gün affediyorum!
İlk kez senin pencerenden bakabilme şansını yakalıyorum. Tereddütlerim, daha çok kaygılarım ve endişelerim var artık. İçimde kocaman büyüttüğüm bir umudum var. Bundan sonra, ikimiz adına iki kerelik annelik yapacağım. Ama aklımdaki en zor soru… Sevgi üstesinden gelir mi dünyadaki bütün bu zorlukların? Sadece sevsem, çok sevsem, çok çok sevsem olur mu?
Sevilmeden, sevmeyi sonsuza kadar tekrar tekrar denesem… Senin gibi güzel bir kızım olur mu?
Bu yüzden Allah’ım ne olur,
Oyuncak bebeğinin saçlarını tarayarak, onu güzelce giydiren; bebeğini heyecanla yanında taşıyarak her yere götürmek isteyen henüz kırılmamış kız çocukların yaşama sevincinden bahşet yüreğime… Dayanma, kabul etme ve sevme gücü ver…
Sevgilerimle…