Bugün sırtımızı inandığımız değerlere yaslayıp mutluluğa kaç adım daha atabiliriz?
Bileklerimize dolanan birbirinden yersiz sorumluluk dikteleri var olan kimliklerimizden sıyrılmamıza sebep oluyor ve üstelik bu yapılırken aynada ki bize ne denli yabancılaştığımızın farkında bile olmuyoruz.
Kabul edelim ki, hayatın hocası çatık kaşlarının altında bizi ezmekten büyük keyif alıyor. Hiçbir şeyden tam anlamıyla emin olamıyoruz, hep bir şüphe ve beraberinde getirdiği kaygı, korku, yalnızlaşma/yalnızlaştırılma fobisi, hep bir “Acaba?” sorusu ve yanlış yapmaktan feci şekilde çekindiğimiz ruh halimizin bize kattığı muazzam bir anksiyete durumu var ancak ya farkında değiliz, ya da ikna olmaktan dahi uzağız.
Mükemmeliyetçi olmak zorunda mıyız? Asla. Peki ya eksik olursak?
Peki ya diğerleri gibi değilsek ne olur?
Bu sözüm ona diğerleri kavramının içerisinde tonlarca yakıştırma yapabiliriz ancak bahsini ettiğim tam olarak, kıyaslanmaya gebe kalmakla bire bir durum.
Kendimizi, inandırdığımız yalanlara uzaktan bakmayı deneyince asıl gerçekler tüm çıplaklığı ile kendini ele veriyor. Yaşlarımız, unvanlarımız, cinsiyetimiz fark etmeksizin olmak istediğimiz hayatlara kapılıyoruz. Mutlu değiliz ve bunu başka hayatların penceresinden kendimize bakarken fark ediyoruz.
Mutluluğu kendimize uyarlamayı pek seviyoruz ve bunun en acı hali de; git gide kendimiz olmaktan çıkarak yapıyoruz. Bu evrede ekonomik, mental ve depresif ruh halimizin bizi çekip çevirdiği, olmak istediğimiz hayatlara ayak uydurmayı deniyoruz.
Kimisi Oskar ödülünü hak eder derecede bunu yapabilse de, kimisi gün sonunda kendini ikna etmeye gayret ediyor. Anlamsızlaşan hayat parodisinin içinde kendimizi arıyoruz. İyi de peki biz kimiz?
Ben henüz 20’li yaşlarını devirmemiş bir kadın olarak yeşili pek severim. Ataçları ve kırmızıyı da. Kilometrelerce yol yürüyüp finalinde “hadi, yeniden!” diyebilir ama bazen yolun yarısında geri de dönebilirim. Hırsa kapım sonuna kadar açıktır ama içimden gelmediğinde başarısızlığı da yeğlerim.
Bu ben miyim? Bu kadar mı? Hiç birimiz bir kaç cümleye sığdırılamayacak kadar kıymetliyiz.
Bizi biz yapan endişelerimizi, fiziksel eksiklerimizi ve/veya başarısız hallerimizi çöpe atmak istiyoruz.
Kendimizde eksik olan ama elde edemediğimiz ne varsa onlar için yanıp tutuşuyoruz. Daha çok efor sarf ederek daha çok yalnızlaşıyor, daha çok isteyerek aslında bir o kadar eksiliyoruz. Öyle bir zaman geliyor ki, yağan yağmurun farkına sesinden değil birileri tarafından söylendiğinde varıyoruz.
Kaptırdığımız bu kendimiz olma yolundaki arayışın finalinde derin bir nefes alıp değip değmediğine bakamıyoruz bile. Çoktan sonuna gelinmiş bu hayat hengamesinin bir piyonu olduğumuzu anlamamız çok geç oluyor.
Her gün binlerce adım atıyoruz. Hep bir başkaları için yürüyor olmak bizi yorsa da, iyimser kalmayı seçiyoruz. Yollar yapıyoruz. Tren istasyonları, vapurlar, gemiler ve daha nicesi. Basamaklarımız da var.
Bu yolların önce insan kalbinden geçmesi gerekmiyor mu?
Paldır küldür onlarca insanın hayatından sıyrılıp “Benden bu kadar.” deresine çekip gidiyoruz, rolümüz bitiyor ve perde kapanıyor. Ve sabah olunca yine aynı terliklerle ancak farklı numaraları tercih ederek devam ediyoruz. Her birimiz aslında hiç alakasız parçaların kusursuz uyumu gibiyiz ama farkında bile değiliz. Ne bu telaş? Biz nereye yetişmeye çalışıyoruz? Göğsümüzün içine bakmayı bırakın, göz gezdirmiyoruz bile.
Vicdan diye tutturduğumuz algı bizi tutsağı yapıp, saygı ve merhamet kapılarını yüzümüze kapatıyor. Şükretmeyi unuttuk. Belki haramdan sakınıyoruz ama bir lokma ekmeğin kıymetini bilmiyoruz. Koşuşturma içindeyiz. Mutluluğu arıyoruz.
Bu mutluluk kelimesinin başımıza açtığı işleri elimizin tersiyle itip, geri kalan hayatımıza emin adımlarla ilerliyoruz. Hoş, sözde mutluluklar yaratıp içerisinde evcilik oynadığımız gerçeğini kabul etmiyor olsak da, bugün ben kavramını evladımız gibi sahipleniyoruz.
Kimse bize dokunmasın istiyoruz ve tek gayemiz sahte kimliklerimiz ile ahir zamana sirayet etmek.
Aslında çok bir şey değil ama; biz mutlu olmak istiyoruz.