Futbolun tarihsel yol ayrımı: Nelson Mandela, Güney Afrika’nın Transkei bölgesinde yaşayan bir gençken, bir İngiliz yatılı okuluna gönderilmişti.
The Clarkebury Enstitüsü siyahi öğrencilere eğitim veriyor ama tabii ki beyaz bir adam olan Reverend C. Harris tarafından idare ediliyordu. Mandela, Long Walk to Freedom adlı otobiyografisinde, “Okul iki dizi yığından ya da zarif kolonyal tarz binalardan oluşuyordu,” diye yazıyor, “İlk kez Afrika’ya değil de Batı’ya ait bir yere giriyordum ve kurallarını henüz bilmediğim yeni bir dünyaya giriyormuşum gibi hissetmiştim.
Clarkebury de tıpkı taklit ettiği Victoria dönemi İngiliz okulları gibi, çocukları, Hıristiyan centilmenlere dönüştürmeyi amaçlıyordu. Victoria dönemi İngilizlerine göre bir centilmen, İngilizce konuşan ve İngiliz oyunlarını oynayan kişiye denirdi. Mandela okul günlerini anlatırken şöyle diyor: “Katılabildiğim kadar spor ve oyun aktivitesine katılıyordum ama performansım hiç vasatın ötesine geçemiyordu…
Evde yaptığımız tahta raketlerle tenis, tozlu zeminde de çıplak ayakla futbol oynardık. “Mandela, Britanya İmparatorluğu ile çarpışmıştı. Britanyalı sömürge memurları, tüccarları ve gemicileri sadece yerlileri sömürmeyi amaçlamamış, aynı zamanda onlara İngiliz değerlerini öğretmişlerdi. Okulun ilk yıllarında yeni bir isim alan (Amiral Nelson bir İngiliz deniz kahramanıydı) ve nihayetinde ideal bir zarif İngiliz centilmenine dönüşen Mandela da büyük bir “başarı” gösterdi.
Ama onun hikayesi hem Britanya‘nın resmi sömürgelerinde hem de Britanyalıların güya hakimiyet kurmadığı “Gayriresmi imparatorluk”ta yaşayan milyonlarca insan için örnek teşkil etti. 1917’den 1947’ye dek İngilizler yavaş yavaş dünyayı yönetmeyi bırakarak anahtarları Amerikalılara verdiler. Ama Amerikan imparatorluğu daha az hırslıydı. Sadece Amerikancılık ideolojisini yaydı. Amerikan imparatorluğunun en popüler sporu olan Amerikan futbolu, ülke dışında hâlâ pek görülmüyor. Aslında Afganistan’daki Amerikan birlikleri, yerlilerin sevgisini kazanmak istediklerinde, onlara sadece bir futbol topu uzattılar. (Bu çalışma başarısızlıkla sonuçlandı: Bir topun üzerine Allah’ın adı yazılmıştı. Tekmelenmek için tasarlanmış bir nesne üzerinde bu yazının bulunması Afganistanlılar için büyük bir hakaretti.)
Bu noktada, küresel oyuna “futbol” (Soccer), Amerikan oyununa ise “Amerikan futbolu”(football) deme konusunda anlaşalım. Hem Amerika’daki hem Avrupa’daki birçok insan, futbol’un (Soccer), oyunu, Amerikan futbolundan ayırmak için 20. Yüzyıl sonlarında bulunmuş bir kelime olduğunu zanneder. Aslında Amerikan düşmanı Avrupalılar, bu kelimenin kullanılmasından pek hoşlanmazlar. Bunun, Amerikan emperyalizminin bir işareti olduğuna inanırlar. Saçma bir durum. 1890’lardan 1970’lere dek, “futbol” (Soccer), İngiltere’de bu oyun için en çok kullanılan isimdi. Ama Kuzey Amerika Futbol (Soccer) Ligi, 1970’lerde Amerikalıları futbolla (soccer) tanıştırınca, Amerikalılar gayet anlaşılabilir bir şekilde İngilizlerin kelimesini benimsedi, İngilizler ise o kelimeyi kullanmaktan vazgeçerek futbol (football) kelimesine döndüler.
Futbol ile Amerikan futbolunu karşılaştıracağız ve insanlar ne demek istediğimizi daha net anlayacaklar. Tarihsel olarak iki farklı oyunun ve iki farklı imparatorluğun hikâyesini araştırdıkça daha derinlere inmeniz mümkündür. Futbol bütün dünyaya yayılırken Amerikan futbolu bunu başaramadı. Zira Victoria dönemi Britanyalıları içgüdüsel olarak sömürgecidir. Ama şimdi, ilk defa, bu imparatorluklar, bir çocuğun bilgisayar oyunuymuşçasına baş başa gidiyorlar. Hem Premier Lig hem de NFL’ dünyaya hakim olmak istiyor. Bu, birbirinden çok farklı iki imparatorluğun mücadelesi: (Yaygın kanının aksine varlığını hâlâ sürdüren) İngiliz imparatorluğu ve (yaygın kanının aksine aslında belki de var olmayan) Amerikan imparatorluğu. Bu mücadeleden doğan ise yeni bir spor türünün taraftarı.
DERİ TOPLU ADAMLAR
1884’te, Brezilya S. S. Elbe’de, Charles Miller adlı dokuz yaşında bir çocuk belirdi ve İngiltere’ye doğru yola çıktı. Miller’ın babası İngiltere’den Brezilya’ya göç etmiş, Sao Paolo Demiryolları Şirketi’nde muhendis olmuştu. Şimdi Charles dónüş yolculuğuna başlıyordu. Bir İngiliz yatılı okuluna kaydolacaktı. Clarkebury’deki Mandela gibi Banister Court’taki Miller da çeşitli oyunlar öğrendi. Sonradan, “Henüz bir öğrenci olarak, çocukluğun bahçesinde öğretmenleri dinlerdim. Belki de bu yüzden, futbol denen oyunu ilk gördüğümde büyülenmiştim,” yazacaktı.
1894’te, Miller yanında deri bir top ve valizinde bir dizi kural ile Brezilya’ya döndü. Brezilya’nın ilk futbol ligini kurdu ve Brezilya’nın 1950’de Dünya Kupasına ev sahipliği yaptığını ve finale çıktığını görecek kadar yaşadı. Brezilya’yı aynı zamanda rugby ile de tanıştırmıştı ama onda bu kadar başarılı olamamıştı. 1953’te öldü. Miller’ın hikâyesi birçok ülkedeki futbol öncüsünün tipik hikâyesidir. Öncelikle, en azından yatılı okula gidebilecek kadar lüks bir hayatı vardı. (Mitin aksine, dünyaya futbolu yayan İngiliz denizciler değildi. Üst sınıfların kayda değer bir yumuşak gücü vardı.) İkincisi, Miller, futbolu, İngiltere’nin sömürgesi olmayan bir ülkeye yayma konusunda da özgündür.
Avustralya ya da Hindistan gibi kolonilerde, İngiliz yöneticiler genellikle yerlilere kriket yada rugby öğretmiştir. Futbol ise en çok gayri resmi imparatorlukta, sömürge olmayan topraklarda gelişmiştir: Avrupa’nın büyük bölümü, Güney Amerika ve Asya’nın belirli bölgeleri. Buralarda, büyük olasılıkla, “sömürgeci yöneticilerin oyunu” olarak görülmemesi faydalı oldu. Gayrı resmi imparatorluktaki Britanyalılar, güya sadece iş adamlarıydı. Ama onların ticari vurgunları, Britanya başbakanına, birçok uzak ülkede etkili olma imkânı sağlıyordu.
1850’lerden Birinci Dünya Savaşı’na dek Britanya tek ekonomik süper güçtü. 1914’te bile Britanyalılar, dünyadaki tüm yabancı yatırımların yaklaşık %42’sine sahipti. Gayri resmi imparatorlukta yerleşmiş İngilizler, imparatorluğun ekonomik kudretini temsil ediyordu.
Erkeklerin bazıları (Miller’ın babası gibi) demiryollarında çalışıyor, (Moskova’nın dışındaki değirmenlerinde çalışan işçilerle Rusya’nın ilk futbol kulübünü kuran Charnock kardeşler gibi) işadamı oluyor, ya da (1880’lerin başında Arjantin’e futbolu götüren İskoç Alexander Watson Hutton gibi)öğretmenlik yapıyordu. Bu insanların sadece “yumuşak güçleri” vardı: İngiliz centilmenlerine özgü zenginlik ve prestij. Bu da oyunlarının yayılmasi için yeterliydi. Hutton gibi adamlar, yabancılara bu sporu üst sınıf bir spor gibi göstermiş ve dolayısıyla arzulanan bir ürün olmasını sağlamışlardır. Mandela gibi İngiliz centilmenlerine benzemek isteyen genç bir adam olsaydınız, yapacağınız şeylerden biri de futbol oynamak olurdu.
Gayrı resmi imparatorlukta bu oyunu ilk benimseyenlerin İngiliz centilmenleriyle ilişkisi olan zenginler olması bu yüzdendir. Mesela Hollanda’yı birçok spor dalıyla tanıştıran Pim Mulier, futbolla ilk olarak beş yaşındayken, İngiliz çocukların da bulunduğu, Hollanda’ya ait bir yatılı okulda karşılaştı. Mulier, 1879’da, henüz 14 yaşındayken, Hollanda’nın ilk futbol kulübünü kurdu. Futbol dünyayı büyük bir hızla fethetti. Bunun en önemli nedenlerinden biri de İngiliz centilmeninin oldukça çekici ideal bir tipleme olmasıydı. Bir asır sonra yeni bir İngiliz modeli, holiganlar da oyunun parıltısına kendilerince bir şeyler eklediler!