Korku ve Umut insanı ayakta tutan hayat savaşına karşı beraber savaşan iki güçlü cephedir. Ne korkmadan ne de umut etmeden yaşayamayan insanlara…
Bir gün dayanamayacağım bir noktaya geldiğimi anladığım anda gitmeye karar verdim dişçiye. Çok da güzel bir ayrılık cümlesi, uzunca da bir devamı olabilirdi lakin, canı yakan bir kalp sızısı değil diş ağrısıydı.
Randevuyu aldığım anda başladı karnımın ağrısı. Sayılı günler çabuk geçer dediler, geçmedi saatleri dakikaları saymaya başladım. Kafanı takma hemen biter sonra unutursun dediler, yok takmadan duramadım. Beklenen gün geldiğinde dizlerimden sıcak sıcak başlayan korku furyası yukarı doğru çıkmaya başladığında ani bir mide bulantısına dönerek hızla kulaklarımdan çıkmaya başladı.
O soğuk koltuğa uzandığımda bana doğru gülerek yaklaşan, parmaklarını oynatarak eldivenini yerleştirirken çok sevimli olduğunu düşünen, sözde hiçbir şey hissetmeyeceğimi söyleyen doktor kılıklı amca beni rahatlatmıyor daha da çok geriyordu. Ah be doktor ya, sen beyaz bir melek olmalıydın değil mi? Kurtarıcı, şifa kaynağı… Benim gözlerim neden şuan seni sekiz kollu bir ahtapot görüyor o zaman?
Gözlerimi sıkıca kapattım. Çocukken geceleri uyandığımda, gözlerimi açtığım anda yanıma birilerinin geleceğini hayal etmem gibi bir savunma psikolojisiydi bu. Kışın bir de sobanın ışıkları tavana vurdu mu sorma gitsin. Oluşturduğu şekillerden illa bir canavar hayal ederdim, neden başka çocuklar gibi uçan balon, dondurma, at gibi figürler aklıma gelmezdi benim de…
Daha küçükten sağ ve sol yanımızdaki melek anlatımlarıyla görünmeyen varlıklara alıştırılmış bir toplumda, şeytan her zaman seni kandırmaya çalışır ve damarlarının içinde gezer diye ikna edilmiş bir çocuk nasıl korkmaz yalnız uyumaktan. Korktuğumuzdan ağlasak, bu sefer yok öyle görünmeyen varlıklar diye bir de tersine ikna edilmeye çalışılırdık.
“İki ameliyat oldum, bu kadar titremedim be doktor.” Dedim bir ara. Maskesinin altından attığı kahkahadan sonra bir utanma da gelmedi değil…
Şu korkular nasıl da biçim değiştiriyordu süre gelen yıllarda. Kimisi soyut korkular, kimisi somut. Ama hep bir korku yaşar insan. Bebekken açlık, çocukken canavar, ergenken beğenilmeme, biraz yetişince kabul görmeme, orta yaşta sevilmeme, yaşlılıkta yalnız kalma. Sadece bunları yaşayınca şanslılardan olduğumuzu söylesem yeridir halbuki.
Korku denilen duygu, tehlike ânında alarm vererek kendimizi korumamızı sağlaması açısından, insanın varlığını sürdürebilmesinin en önemli önkoşuludur. Fakat sadece tehlike anında korkmuyoruz. Kendimizi yetersiz, savunmasız hissettiğimizde de korkuyoruz.
Ayrıca hayatta beklentisi olan, bir maddeselliğe ya da manevi olarak bir olguya bağlı kalan herkeste bir korku duyusu gelişir. Korku bizi hayatta tutan en büyük direktir. Hayvani bir iç güdü…
Peki nasıl ters köşe edecektim ben bu korkuyu, doktor “haftaya gel diğer dişini de çekelim” dediğinde. Tekrar mı yaşayacaktım şimdi bunu?
Dişçiyi geçtim de, bu ay zam istedim diye işten çıkarılma korkum ne olacaktı? Ya da çocuğumun kalbinin delik olduğunu öğrendiğimde? Akşama kocam geldiğinde yemeği beğenmediğinde kafama fırlatır mıydı tabağı? Alt komşum gece terlikle yürüyüş sesimden rahatsız olurda kapıma gelir miydi? Çocuğum üniversite sınavını kazanamazsa? Geçen gün yaptığım dedikodu ortaya çıkarsa ne cevap vereceğim? Babam hasta, ya kaybedersek? Bu ay faturaları ödeyemezsem, kira için de ev sahibi kapıma dayanır mı? Hastalığım da artmış, ölürsem çocuklarıma kim bakar? Söylediğim yalanlar bir ortaya çıkarsa, çok sevdiğim ya beni sevmezse, ya da çocuğum olmazsa…
Herkesin seçebileceği bir madde var bu listede.
Kırmızı köşede kocaman, iri yarı, altın kemer sahibi, ısınan “korku”yu ters köşe edebilecek tek bir rakip var. O da mavi köşede sakince bekleyen “umut”.
Umut insanı yaşama bağlayan ince bir iplik ve var oluş savaşıdır. Sadece ruhu beslemesine rağmen bedeni de ayakta tutan bir “bekle, yaşa, hayal et” biçimidir. Filozof Gabriel Marcel’a göre umut insanda varoluş duygusunu oluşturur. Bu kavram, kendi içinde çelişkilidir. Ne pasif bir bekleyiştir, ne de gerçekleşmesi olanaksız koşulların gerçekçi olmayan bir şekilde zorlanmasıdır.
Bilincimiz umut etmeye o kadar müsait yaratılmıştır ki, artık beklentiniz bittiyse bile “belki bir gün” olgusu hiç geçmez. Bir yerlerde saklanmış ve hiç ummadığımız anda sahneye fırlayarak, rolünü bir gün oynayacaktır.
Umut geçmişi ve geleceği birbirine bağlar, yaşananlardan beslenerek bizi geleceğe baktırır. Bazen hoş bir bekleme bazen ise acı bir bekleyiş. Fakat umutsuzluk halindeyken bile mutlu olunabilir. Çünkü tam bir umutsuzluk halinde bile durumun umutsuzluğu kabul edilirken de aşılır.
Velhasıl kelam; Korku ve Umut insanı ayakta tutan hayat savaşına karşı beraber savaşan iki güçlü cephedir. Ne korkmadan ne de umut etmeden yaşayamayan insanlara…
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.