Yakılan kınalar yerini buldu, kocaya kurban edilen bir hayat daha kayıp gitti. Diyelim mi artık “RUHU ŞAD OLSUN” diye?
Uzaklarda çok uzaklarda; bahçe bahçe uzanmış değişik renklerdeki güllerin enfes kokuları, önce yavaşça gökyüzüne yayılır, sonra da kokuyu duyan değişik bir sürü kuşu ve börtü böceği kendine çekerek dalları süsler yüz yıllar boyu. Zamanın başlangıcından bu yana asla eksilmezdi güllerin kokusu. Evrenin en büyük ahengini taşımakla kalmaz, yükünü de taşırdı.
Bense, binlerce rengarenk güllerin olduğu bir bahçede, bembeyaz bir güldüm bir zamanlar. Yanımdaki diğer beyaz güller ile birlikte tomurcuklanmaya başladığım anda başladı benim hikayem.
Güzeller güzeli, anne ve babasının tek kız evladıydım zamanın birinde. Anneme babama hayırlı bir evlat olarak başlayan bu yolculuğuma, iyi bir öğrenci ve daha sonra maddi durumumuzun yeterli olmamasından dolayı iyi bir çalışan olarak devam ettim. Diğer tüm arkadaşlarım gibi hayallerim gülümsemelerimi süslerken gençliğimle salınır durur, geleceğimi düşünmeden anın tadını çıkarırdım. Hani derler ya aklın beş karış havada diye, benimki de öyleydi vallahi. Aklımı başıma almak istemezdim. Böyle iyiydi çünkü. Toplumun kadına biçtiği rolleri bir gün ben de elbet yaşayacaktım. O yüzden her sabah, hayallerimi bir çantada kolumun altına alır, kulağıma küpelerimi sonra gülümsememi yüzüme takar çıkardım evden.
Her güne benzemeyen bir gün çıkıp da kapımı çaldığında, henüz yirmili yaşlara gelememiştim. Okullarda sıraların arkasına; duvarda asılı mevsimlerin olduğu tabloda, zaman sonbahardan başlarken, neden yıl ocak birden başlıyor ben bunu henüz çözememişken; babam “istemeye geliyorlar seni” demişti.
Anneme baktım. Onun başının da aşağı indiğini gördüğüm an hayallerimi çantamdan alıp camdan aşağı attım. Artık koltuk altımdaki çantamda hayallerin yeri yoktu. Çeyiz gireceğinin farkına vardım oraya. Sessizce odama çekilerek bu maceranın sonunun iyi gitmesini sadece umabildim.
Telli duvaklı gelin olmadan önce neden kına yakılırdı, neden herkes oynayıp dans ederken gelin ağlatılırdı bilemezken, sonradan öğrenecektim kocasına kurban edildiğini kız çocuğunun. Askere gitmeden önce vatana kurban olması için oğlan çocuğuna, kesilmeden önce kurbanlığa kına yakılması ondanmış dediler. Kınası yakılınca Allah’a layık olurmuş hayvan, kınası yakılınca erkek olurmuş asker ve meğer kınan yakılınca da kadın olurmuşsun; öğrenecektim kadın olmayı bir gün.
Yıllar devrildi ya, bu yaşımda kucağıma alınca ilk evladımı; kız diye üzülenler ben gelin olurken ağladığımda dans edenler değil miydi? Kız alırken eğlenen, kız doğunca neden beğenmez, sırt çevirir? Sonra arkadan bir kız daha doğurunca yedim lohusa tokadımı. Meğer büyük bir eksiklikmiş oğlan doğuramamak. Bir kahvaltı sofrasında “kızları müzik kursuna gönderelim, çok istiyorlar” dediğimde anladım bu eksikliğimi.
Yine bu acımasızca yıllar devrildi ya yeniden. Boyuma geldi gül bahçemdeki güllerim. Birini sağıma birini soluma alarak gezmek, onlardan güç almak, bir zamanlar benim de bir gül olduğumu hatırlatırdı bana. Güneşli bir günde otururken güllerimden biri dedi; “anne gidelim artık, üçümüz bir olalım yeniden başlatalım zamanı…” Hayallerim çantama geri mi dönmüştü ne? Kısa zamanda topladık bavullarımızı. Bitecekti bu eziyet. Gülmeye başladım yeniden.
Lakin bir sabah kandırıldım sahte bir gülüşle, bu işi bitireceğiz avukata gidiyoruz sanmıştım. Yıllarca aynı yastığa baş koyduğumun arabasına binerken hem hüzün çökmüş hem de mutlu olmuştum. Çektiğim eziyet bitiyor, yeni umutlara gebe günler başlıyordu. Çok geçmeden anladım yolun avukata değil de sonsuzluğa çıktığını.
Sapa bir yere çıktı yolumuz. Önce o indi arabadan. Beni sürükleyerek çıkardığında, ayakkabımın biri ayağımdan fırlamıştı bile. Bir ağacın dibine bir çuval gibi fırlatıp beni, arkasını döndüğünde korkudan titremeye başlamıştım. Bagajdan beyaz bir bidonla dönerken beyazın farklı bir tonunu daha görmüştüm. Anlamıştım o zaman; yol nerede başlıyor, nerede bitiyordu. Benim yolum da şimdi belli oluyordu.
İçindekini üzerime dökerken ne ellerim, ne feryadım, ne de ağlamam engel olamadı ona. Bulaştı cehennem kokusu her yerime.
Aklıma gonca güllerim geldi, habersiz şimdi oturuyorlardır evde. Acaba müzik mi dinliyorlar, kitap mı okuyorlar diye yüreğime bir sızı düştü. “Yavrularım” dedim kendi kendime. “Bahtınız güzel, yolunuz açık olsun…”
Karşımdaki kocam dediğim adam zebaniye dönüşmüş bana bakarken aldığı keyif, kimsede olamazdı. Tek gözü seğiriyor, çarpık dişleriyle konuşmuyor tıslıyordu. “Sen istedin Rukiye. İstediğin ayrılmaktı değil mi?”
Baktım öylece.
Hata yine bendeydi bak işte.
Ne doğru yapmışım ki zaten onun gözünde? Yıllarca dayak yiyip sustuğumda yine onu korudum ben. Herkes onun için “İyidir Rıza Abi” desinler diye.
Eve yiyecek getirmeyip benden yemek istediğin de, akşamdan kalanı ona yedirip güllerimle aç kaldığım için. “Çalışkandır, evine bakar Rıza Abi” desinler diye.
Hatta başka kadının koynundan çıkarak gelip, banyo yapmak isterken benden beyaz çamaşır istediğinde, susmam ondandır. “ADAMDIR Rıza Abi” desinler diye.
Ütüsünü jilet gibi yaptığım kumaş pantolonundan çıkarırken çakmağı, dudaklarının arasına sıkıştırıyordu sigarasını.
Yaktı yavaşça, derinden çekti ilk dumanını.
“Sen beni yaktın Rukiye. Sen de yan şimdi…” derken fırlattı beyaz renk çakmağı.
“Annem, ah annem… Bizim bahçede var mıydı benden gayrı büyük güzel beyaz bir gül… Zira buralar kırmızıya döndü şimdi, hem de alev kırmızısına. Annem… Bilir misin ateşin hiç yakmadığını? Meğer buz gibi bir hismiş yanmak. İnsan titrermiş üşür gibi, ısınmazmış.
Bak saçlarım kül olmuş bile; hiç okşanmayan o saçlarım. Ellerim ise uyuştu kendimi sıvazlamaktan. Yok, yok acımadı hiç merak etme… Sıvazlayıp sürtersem ellerimi bedenime, söner belki dedim sadece.
Babam, o taktığım gülüşlerim yine yüzümde duruyor merak etme. Hayallerim zaten çoktan yandı. Ne var ama biliyor musun? Yediremediğim tek şey karşımda gülen, insan denmeye layık olmayan adamın duyduğum son sözleri. “Sigaram bitip kül olana kadar, sen de kül olacaksın Rukiyeeee…”
Yakılan kınalar yerini buldu, kocaya kurban edilen bir hayat daha kayıp gitti. Diyelim mi artık “RUHU ŞAD OLSUN” diye?
(Bir üçüncü sayfa haberinden esinlenerek yazdığım bu hikayenin kadın kahramanı; ormandan alevler içinde yanarken kendini zorla koşarak yola atıyor. Asfaltta kendini yerlerde yuvarlayarak söndürmeye çalışırken, oradan arabayla geçen bir çift yardımına koşuyor. Hemen kadıncağızı söndürüp hastaneye ulaştırıyorlar. Ama maalesef vücudundaki derin yanıklar sayesinde polise ifadesini verirken aramızdan ayrılıyor. Kocası mı? Öldü sanarak hemen oradan ayrılıyor. O kadını ormanda bıraktığında ölü olmadığından dolayı cezası hafifliyor. Şimdi ise serbesttir herhalde.)
Kadının ruhu ŞAD olsun mu?