Bu anlayışı bilenler sayma gereksinimi bile duymadı. İlk defa duyanlar; cümleyi tekrar okudu, kelimeleri saydı ve “evet beş, ne olmuş?” diyerek bu satırları okumaya başladı.
Bu anlayışa göre bu cümle kendine gönderme yapmaktadır. Kendini yansıtan bu cümleyle ilk defa Türkiye’nin en iyi polisiye dizisinde karşılaşmıştım. Dizide bu anlayış aynen şu şekil açıklanmaktaydı;
“Çocukken oyun oynadığınızda onun bir oyun olduğunu unutursunuz. Kendinize bir gerçeklik yaratırsınız. Hiç bir şey saçma gelmez size. Ama yaptığınızın bir oyun olduğunun farkına varırsanız her şey saçma gelmeye başlayacaktır. Kendinize bir gerçeklik yaratamazsanız, yaşayamazsınız.”
Kazanmaya çalıştığınız sınav, ulaştığınız makam, aldığınız araba, kredisini ödediğiniz ev…
1 saat sonra ölecekseniz;
Çocukken oynanılan oyundan farkı nedir?
Bunlar bir tür insana hayatının sahte ve kendi kurgusundan ibaret olduğunu yüzüne vuran cümleler.
Bunun farkına varan insan ne yapar mesela?
Bütün kuralları, inançları, hüzünleri savuşturup; neşeye, eğlenceye, mutluluğa mı yönelir?
İslam dininin kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’in indirilen ilk kelimesinin kendine göndermesini fark edip, tasavvufa mı yönelir?
Benden cevap beklemeyin, herkesin gerçekliği kendine…
İşte bu anlayışın adı; özdüşünümsellik’dir. Tarzancası da self-reflexivity. “Tarzanca” ifadesini ilk kez Oktay Sinanoğlu’ndan duymuştum. Rahmetli Türkçesi dururken yabancı kelime kullananları “sömürge ruhlu, acente kafalı” olarak niteler ve “Türkçe giderse Türkiye gider” diyerek dilin bir millet için en elzem şey olduğunu her konuşmasında vurgulardı. “Benim mevki, makam, sahnelerle işim olmaz, ben işin kaynağına iner gerekirse tek tek herkesin ayağına giderim” dediği milleti için hayatını adayan Oktay Sinanoğlu gerçekliğini neye dayanarak oluşturduğunu bir konuşmasında şöyle anlatır;
“Ben insanı iki kanatlı bir Zümrüdüanka kuşuna benzetirim. Bu kanatlardan biri akıldır. Diğeri gönül. Akıl, insana ne yapacağını değil nasıl yapacağını söyler. Gönül ise nereye varacağını, hedefini belirler. Bir insan sadece aklını değil gönlünü de geliştirmeli. Gönlü yüzdüren dildir. Dil batarsa, gönülde batar. Toplumun dili de kültürdür.” der.
Aytunç Altındal bir röportajında “bir ölüm listesi yapmışlar, beni de üçüncü sıraya yazmışlar. İlk sırada da Oktay Sinanoğlu var” diye söyler. İşte o Sinanoğlu’nun bahsettiği kültür, tabi ki günümüzün medyası yoluyla topluma kakışlanmış kültür anlayışından çok başkadır.
Ona göre kültür, Hakkari’de bale gösterisi yapmak demek değildir. Arada bir konsere gidip hava atmak değildir. Moda’nın ara sokaklarında köpek gezdirmek değildir. Türkçe’sini bildiğin cümlenin, havalı olsun diye İngilizcesini kullanmak hiç değildir…
Kültür;
- 26 yaşında dünyanın en genç profesörü olan Oktay Sinanoğlu’nu bilmektir.
- Bu başarının kaynağının “Türk demek dil demektir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün ortaya koyduğu ana dilde eğitim sistemi olduğunu bilmektir.
- Descartes’ı bilmek kadar, Gazali’yi de bilmektir.
- Kültür, Picasso’nun dünyaca ünlü bir ressam olduğunu bilmek değil, meşhur resimlerinin sırrının; Nazım’ın dizelerindeki Abidin’e uzandığını bilmektir…
Abidin Dino; 1913 İstanbul doğumlu, Nazım Hikmet’inde bazı kitaplarının kapaklarını çizen ressam, şair, karikatürist ve film yönetmeni olan hezarfen bir kültür adamıdır.
İşte o Abidin’in iyi arkadaşı olan Picasso, bir gün Dino’nun resimlerini incelerken; “sen bunları neyle çiziyorsun?” diye sorar. Abidin, “fırça ile” der. Picasso; “hayır bu fırça değil başka şeyle çiziyorsun” diye diretse de, Abidin söylemez. Bir zaman sonra Abidin Dino, Picasso’ya “bizim hattatlarda sır kültürü vardır. Birbirlerine çizimleri hakkında sırlar verirler ve o sır iki kişi arasından asla çıkmaz. İşte sorduğun bu soru bir hattatın bana verdiği sırdır. Bir kuş tüyüyle çiziyorum, hangi kuş olduğunu söyleyemem ama onu sana verebilirim.” der ve cebinden çıkardığı kuş tüyünü Picasso’ya hediye eder. Picasso dünyaca ünlü eserlerinden hangilerini o kuş tüyüyle çizdi acaba?
Nazım’da meziyetin aslına hakim olacak ki kendi gerçekliğini ararken “’Saman Sarısı”’’ şiirinde Picasso’ya değil Abidin Dino’ya seslenir beş kelimelik dizesiyle;
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
Yapamadı, Abidin. Mutluluğun resmini değil şiirini yazmayı tercih etti, sebebini son dizelerine iliştirerek;
Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar
Martıların telaşı bambaşka
İşçiler gözler yolunu.
İnebilseydin o vapurdan
Ayağında Varna’nın tozu
Yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
hasretle kucaklayabilseydim
seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
Gidebilseydik Meserret Kahvesine,
İlk karşılaştığımız yere
Ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
o günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler…
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız, anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiye’yi
bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.
İşte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tuval yeterdi;
ne boya…
Neyse ki mutsuzluğun resmini istememiş, Nazım. Alacağı cevap, Behzat Ç.’nin üç kelimesi olabilirdi…