Bu oldukça uzun yazı dizisinde okuduğum bir kitabın (David Harvey Asi Şehirler-2) tarafımca hazırlanan bir özetini paylaşmak istedim.
Dördüncü Bölüm
Rant Sanatı
Bilinçli bir topluma lokomotif olacak sol akil bakış açısı için, sanat okulları gibi siyasi angajman merkezlerini, yeniden canlandırmak ve kültür üreticilerinin siyasi ve ajitasyonel gücünü harekete geçirmek kuşkusuz uğraşmaya değer bir amaçtır. Rant gibi kapitalizmin beslendiği en büyük kaynaklardan biri olan soruna da kolektif bilinçle bakmak gerekir.
Rantın tüm biçimleri, özel mülk sahiplerinin bazı mallar üzerindeki tekelci gücüne dayanır. Tekel rantı, çok özellikli bir malın denetimini tek başına elde tutan toplumsal bir aktörün, bu malın mübadelesi yoluyla uzun bir süre boyunca gelir elde etmesine denmektedir. Rekabetçi piyasaların hakim olduğu neoliberal bir ekonomide, tekelin herhangi bir türüne niçin göz yumulsun, hatta tekel arzulanır bir şey addedilsin. Rekabet daima monopol veya oligopol bir eğilim göstermektedir. Hatta, rekabet ne kadar vahşi ise oligopole daha sonra da tekele dönüşme eğilimi o kadar hızlıdır.
Tekelci güç, sermayedara üretim ve pazarlama üzerinde geniş denetim imkanı sağlar, böylelikle iş ortamını istikrarlı hale getirerek akılcı hesaplamalara ve uzun vadeli planlamaya, risk ve belirsizliği azaltmaya ve daha genel olarak kendisi için nispeten huzurlu, dertsiz tasasız bir yaşam alanı açmaya olanak verir. Piyasa süreçleri, sermayedarın üretim araçları üzerindeki mülkiyetinden kaynaklanan bireysel tekeline dayanır. Dolayısı ile özel mülkün sahip olduğu tekelci güç, her tür kapitalist faaliyetin hem başlangıç hem de bitiş noktasıdır. Bir zamanlar rekabetçi olan kapitalizmin zaman içerisinde giderek tekelleşmesi de hatalı bir görüştür. Kapitalizm tekelci güçler olmadan yapamaz ve onları bir araya getirmek için yollar arar.
Dolayısı ile gündemdeki soru, doğal tekkeler tabir edilen mekan ve konumdan ileri gelen korumaların, ulusal sınırlar ve ticaret kotalarının sağladığı siyasi korumaların ortadan kalktığı bir durumda tekel gücünün nasıl elde edileceğidir. Bunun yanıtı da, sermayeyi mega-şirketler elinde toplamak veya daha gevşek ittifaklar kurarak pazara hakim olmaktır. İkinci bir yol ise, ticaret yasaları aracılığı ile özel mülkiyetten gelen tekel haklarını daha da sıkı güvenceye almaktır. Patentler ve fikri mülkiyet hakları da tekel güçlerin durumlarını daha da sağlamlaştıran bir husus haline gelmiştir.
Kentsel girişimciliğin neo liberal küreselleşme içerisinde oynadığı rol de özelikle yerel ile küreselin ilişkileri ve mekan-konum diyalektiği çerçevesinde uzun uzadıya irdelenmiştir. Sorunu inceleyen uzmanlarda haklı olarak, küreselleşmeyi yerel gelişme üzerinde etkili olan nedensel bir güç olarak ele almanın hatalı olduğu sonucuna vardılar. Yani küreselleşme, yekpare bir bütünden ziyade, küresel kapitalist faaliyet ve ilişkilerin coğrafi olarak birbirine eklemlenmesinden doğan bir örüntü gibi görülmelidir. Küresel güçlerin bir başka amacı da, kentleşme süreci içinde gerek özel teşebbüs gerekse devlet güçleri tarafından tekel rantların yaratılması ve bunları sürekli hale getirecek bir yapının oluşmasını sağlamaktır. Şehirlerinde simgesel sermaye katsayılarını yükseltmek üzere ayrıcalık ibarelerini fazlalaştırmaları gerekmektedir.
Kapitalizm kentleşme üzerinde sermaye birikimini sağlaması ile mücadele etmek içinde; yeni kentsel ortak alanların geniş halk kitlelerinin katılımıyla üretilmesi, kolektif simgesel sermayenin biriktirilmesi, kolektif bir hafıza ve efsanelerin harekete geçirilmesi, özgül kültürel geleneklere başvurulması, gerek sağ gerekse sol siyasi eylemlerin her biçiminin önemli veçhelerini kullanmak gerekir. Ayrıca, şehirlerin kolektif hafızası, anıtsallık, tarihin gücü ve siyasi kimliğe ilişkin bir dizi anlamla yüklüdür. Yine de tekel rantı çelişkili bir yapıya sahiptir. Tekel rantı arayışı küresel sermayeyi ayrıcalıklı yerel girişimlere değer atfetmeye sevk eder.
Farklı yaşam tarzlarının hatta farklı toplumsal felsefelerin yeşerdiği mekanlar ancak sosyalist muhalefet için olanak sağlar. Yalnız tek bir şehirde sosyalizmin varlığı ona yaşam şansı vermez. Tekel rantlarının üretimi ve temellük edilmesi için gerekli şartların en yoğun olarak bulunduğu yerler sosyalizm için en uygun yerlerdir.
Beşinci Bölüm
Antikapitalist Mücadele İçin Şehri Yeniden Sahiplenmek
Kentleşme, sermaye birikimi tarihi açısından çok önemlidir ve sermaye güçleri de bu konuda başarılı olmak adına şehir yaşamını kökten değiştirmek üzere çalışmaktadır. Sınıf mücadelesi de bu sürece kaçınılmaz olarak dahil olmaktadır. Çünkü, sermaye güçleri kendi isteklerini kentsel süreçler ve nüfusun tamamı üzerinde hakim kılmak için çaba göstermektedirler. Öyleyse, anti-kapitalist mücadele şehrin tanımladığı geniş sahaya odaklanmalı ve bu temelde örgütlenmelidir.
Bu bağlamda, pek çok başkaldırı ve ayaklanma ruhunun kentlerde yayılması dikkat çekici bir durumdur. Bazı kentsel çevreler de diğerlerine kıyasla isyan ve protestolar için daha elverişlidir. Bu nedenlerle, sermayenin her istediğini yapan iktidardaki güçlerde isyankar nüfus gruplarını denetlemeye yönelik şehri yeniden biçimlendirmeye önem vermekteler. Çünkü şehirler, siyasi hareket ve başkaldırı için önemli bir saha işlevi görmektedir. Mekanın somut özelikleri önemlidir. Toplumsal açıdan yeniden şekillendirilmesi ve farklı alanların organizasyonu siyasi mücadelede bir silah işlevi görür. Bir başka önemli nokta ise siyasi protestonun kentsel ekonomiyi sekteye uğratmakta ne derece başarılı olursa kendisini o derece etkin saymasıdır. Bu amaçla örneğin, isyankar gruplar belli başlı kent merkezlerinde mal ve hizmet akışlarının yanı sıra üretim akışlarını da kesintiye uğratarak başarılı olabilirler.
1990 ların sonundan bu yana küreselleşme aleyhtarı veya alternatif bir küreselleşmeyi savunan hareketlerin iniş-çıkışlı tarihçesi, antikapitalist mücadelelerin çok belirgin ve belki de kökten farklı bir evresinde olduğumuza işaret etmektedir. Hatta diyebiliriz ki, kapitalizme tabi olan kentsel süreçlerin ve şehir deneyiminin kendisi kapitalizm karşıtı mücadeleye zemin hazırlamaktadır. Başarılı olmak için ise aşağıdaki sorulara cevap bulmalıyız: sermayenin hakim ve siyasi ve iktisadi güçlerine, hegonomik ideolojik pratiklerine ve siyasi öznellikler üzerindeki kuvvetli etkisine meydan okumak üzere muhalif güçleri harekete geçirmek nasıl mümkün olabilir?
Başka bir deyişle, hem şehir içinde cereyan eden, hem de şehri ve şehir yaşamının niteliğini ve geleceğini konu alan mücadelelerin, antikapitalist siyasete temel teşkil ettiği söylenebilir mi? Bu konuyla ilgili olarak eleştirilmesi gereken önemli bir nokta ise; “Marksist gelenek içinde, kentsel mücadelelerin ya göz ardı edilmesi ya da devrimci potansiyelden yoksun, dolayısıyla önemsiz olduğu gerekçesiyle tartışmanın dışında tutulmasıdır. Bahsekonu gelenek, bu tür mücadelelerin üretimle değil yeniden üretimle ilişkili olduğunu, sınıfa ilişkin sorulara değil, haklara, özerklik ve yurttaşlığa dair meseleler olduğunu düşündürür.
Hatta, yerleşik Marksist anlayışı ile kapitalizm karşıtı mücadele ile kastedilen, aslında, üretim sürecinde sermayenin artı değer üretmesini ve ona el koymasını mümkün kılan, sermaye ve emek arasındaki sınıfsal ilişkinin tasfiyesidir. Oysa ki Marks, üretim sürecinde sınıf ilişkilerinden kaynaklanan tahakkümün yerini, parçası oldukları üretim sürecini ve bu sürecin kurallarını denetleyen işçi birliklerinin alması gerektiğini ileri sürmüştür.
Kapitalizme karşı mücadele, salt emek sürecinin örgütlenmesi ve yeniden örgütlenmesinden ibaret olmamalıdır. Aynı zamanda kapitalist değer yasasının dünya çapındaki piyasalarda işleyişine siyasi ve iktisadi bir alternatif bulmayı içermelidir. Bu kapsamda, kapitalist değer yasasının dünya sathındaki işleyişinekarşı çıkmak, makro-iktisadi ilişkiler hakkında teorik bir kavrayışın yanı sıra farklı bir tür teknik ve örgütsel gelişkinlik düzeyini gerektirir. Bu ise, uluslararası işbölümünün yanı sıra, dünya piyasalarındaki mübadele pratik ve ilişkilerinin örgütlenmesine hem önayak olmak hem de bu örgütlenmeyi denetlemek için gereken siyasi ve örgütsel beceriyi kazanmak gibi zor bir sorunu doğurur.
Öte yandan düzenli aralıklarla patlak veren kitlesel protesto hareketleri, kapitalist değer yasasından köklü bir kopuşun nesnel koşullarının fazlasıyla olgunlaşmış olduğunu göstermektedir. O halde solun yapması gereken; “dünya piyasalarında geçerli olan kapitalist değer belirlenimi yasalarıyla bir yandan ilişki kurarken, bir yandan da bu yasalara alternatif yaratmak gereği ile işçi birliklerinin demokratik yollarla kolektif olarak neyi nasıl üretecekleri üzerinde sözsahibi olmaları için gösterdiği çabayı nasıl birbiriyle kaynaştırabilir” sorusuna cevap aramak olmalıdır.
Eğer kalıcı bir kapitalizm karşıtı hareket ortaya çıkacaksa, bu geçmişteki ve halihazırdaki antikapitalist stratejilerin yeniden gözden geçirilmesiyle mümkün olacaktır. Önerilen çözümler formüller veya siyasi örgütlenmeler de aşağıdaki üç husus üzerinden şekillenmelidir. Birincisi, yoksullukla savaşan kuruluşların aynı zamanda servet karşıtı bir siyasete ve kapitalizm içerisinde hüküm süren toplumsal ilişkilerden farklı toplumsal ilişkilere angaje olmaları gerekmektedir. İkincisi, yaşam tarzında hissedilir değişikliklerin yanı sıra, tüketim kültürü, üretkenlik kültürü ve kurumsal düzenlemelerde de köklü değişikliklere gidilmesi zaruridir.
Üçüncüsü ise, kapitalizm karşıtı herhangi bir seçeneğin, kapitalist değer yasasının dünya piyasasını denetleme gücünü tasfiye etmesi şarttır. Bu ise, artı değerin üretimi ve paraya çevrilmesinin hiç durmadan genişlemesini mümkün ve zorunlu kılan hakim sınıf ilişkisinin tasfiyesini gerektirir. İşte bu bağlamda sormamız gereken temel soru da; kent temelli toplumsal hareketler kapitalizm karşıtı mücadelenin bu üç boyutunun her üçünde yapıcı bir rol üstlenebilir ve kalıcı bir etki bırakabilir mi? Bu sorunun yanıtı ise, kısmen sınıfın niteliğinin köklü biçimde yeniden kavramsallaştırılmasına ve sınıf mücadelesinin yeniden tarif edilmesine bağlıdır.
Kentleşmenin kendisi de bir üretim sürecidir. Binlerce işçinin istihdam edildiği, hem değer hem de artı değer yaratan bir süreç olduğunu da unutmamak gerekir. Dahası, proletarya kavramını, kentleşmeyi üreten örgütsüz kitleleri de içerecek biçimde değiştirmek ve bu kitlelerin kendine has devrimci olanaklarını ve güçlerini araştırmak da gereklidir. Hatta eğer kapitalizm, “evler inşa edip içini eşyalarla doldurarak “ krizlerini aşıyorsa, bu kentleşme faaliyetine dahil olan herkes sermaye birikiminin makro-iktisadi dinamiklerinde kuşkusuz merkezi birer rol oynuyor demektir. Ayrıca, varlıklı sınıfların, tek tek kişiler olarak değilse de idareleri altındaki kıymetler açısından bakıldığında, en savunmasız oldukları yerin şehirler olduklarını görmekteyiz. Bu açıdan kapitalizm ile mücadele için sendikaların salt işyerlerini veya belli sektörü değil, bütün bir şehri örgütlemeleri gerekmektedir.
Şehir hakkı, antikapitalist mücadelede kitleleri harekete geçirecek kilit bir slogan olarak kullanılmalıdır. Yalnız bu ifadenin kimler tarafından niçin ve nasıl doldurulacağı da önemli bir husustur. Herkes için insan onuruna yaraşır bir ev ve yaşam çevresinde yerleşme hakkı talebi de daha kapsamlı bir devrimci hareketin ilk adımı olarak görülmelidir. Yani şehrin üretimine katkıda bulunan herkes, üretimine katkıda bulunduğu şey üzerinde kolektif bir hakka sahip olmanın dışında ne tür bir kentleşmenin nerede ve nasıl üretileceği üzerinde de söz sahibi olmalıdır.
Ayrıca, hakim sınıfsal ilişkilerin dışında kentsel yaşamın yeniden canlandırılması ve inşa edilmesi isteniyorsa, parasal güce dayalı mevcut demokrasinin dışında farklı demokratik araçlar (halk konseyleri gibi) geliştirilmelidir. Dahası, şehir hakkı bireysel bir hak değil, belli bir odağı olan kolektif bir haktır. Sadece inşaat işçilerini değil gündelik yaşamın yeniden üretimini sağlayan herkesi kapsar ve şehir hakkı kavramı, sayısız kola ayrılan işbölümünden doğan parçalanmış toplumsal mekan ve konumların bu inanılmaz çeşitliliğinden bir birlik türetmeye çalışır.
Fakat, kapitalist kentleşme süreçleri işleyen bir siyasi topluluk olarak şehri öylesine tahrip etmiştir ki sivil bir antikapitalist seçeneğin şehir üzerinde inşa edilmesi artık mümkün değildir. Yine de şehir hakkı, halihazırda var olan bir şey üzerinden iddia edilen bir hak olmaktan çok, şehri sosyalist bir siyasi topluluk olarak yoksulluğu ve toplumsal eşitsizliği ortadan kaldıracak çevre üzerinde yaratılan tahribatı onaracak tümüyle farklı bir model üzerinden yeniden inşa etme hakkı olarak anlaşılmalıdır.
Örneğin Gezi Parkı’nda yaşanan isyan&direniş, neoliberal politikalara, kentlerin sermayeye açılmasına karşı duruşun sembolü haline gelmiştir. Kentsel rant üzerinden ittifaklar kuran sermayedar ve devlet erki, hiç beklemediği bir direnişle karşılaşarak kentte istediği gibi at oynatamayacağını anlamıştır. Gezi parkında betonlaşmaya karşı duran gençler kent hakkı üzerinden, kentsel karar mekanizmalarının içinde yer alma isteklerini haykırmışlardır. Kentte yaşayanlarının kentsel siyaset içerisinde yerini alması ve yaşam çevrelerini etkileyen kararlarda söz sahibi olabilmeleri için kararlı bir duruş sergilemişlerdir. Semt parklarında kurulan kent forumları bir kent ütopyasının habercisi olmuştur. Kent hakkı fikri üzerinden örgütlenen insanlar, mahalle meclislerine evrilebilecek, içinde her rengi barındıran tartışmalar yaşamışlardır.
Gezi direnişinde memnuniyetsizler&yabancılaşanlar, dışlanan ve sömürülenler ilk defa kent meselesi etrafında birleşerek yaşam alanlarına yapılan müdahalelerden rahatsız olduklarını haykırdılar. Yaşam alanlarını ve kentsel mekanlarını kendi talep ve arzuları doğrultusunda üretme, şekillendirme haklarını her türlü şiddete rağmen savundular. Gezi, kentsel kamusal alanların işgaline dur diyen, kentine ve geleceğine sahip çıkan insanların ayaklanmasıdır. Taksim meydanında yaşananlar Türkiye için bir milattır. Buna vesile olan ise bir kamusal alandır.
Bazı kamusal alanlar, kapitalist ülkelerin biçimsel demokrasilerinin oluşumunda ve bu ülkelerde insan haklarından sosyal devlete uzanan bir dizi toplumsal kazanımın elde edilmesinde olağanüstü bir rol oynamıştır. Modern toplumsal düşüncenin en önemli kavramlarından biri olan kamusal alanlar, kentlilerin haklarını savunduğu ve yaşam hakları için direndiği alanlara dönüşerek, dayatılan ideolojik kamusalın yıkıldığının işaretlerini de vermiştir. Gezi Parkı’da bunlardan bir tanesidir.
Son olarak, kapitalizm ile mücadele amacıyla yakın tarihi incelediğimizde üç tez ortaya çıkmaktadır. İlki, grevden fabrika işgallerine dek uzanan iş temelli mücadelelerin başarı elde etme olasılığı, işyeri etrafındaki mahalle veya topluluklar düzleminde bir araya gelen halk güçlerinin kuvvetli ve aktif desteği sözkonusu olduğu durumlarda çok daha yüksektir. İkincisi, iş kavramı dar anlamıyla sanayi işçiliğiyle özdeşleşmekten çıkarılarak gittikçe kentsel bir biçim alan gündelik yaşamın üretiminde rol alan emek biçimlerinin geniş sahasını kapsayacak şekilde yeniden tanımlanmalıdır.
Bu yüzden de şehir yaşamının üretimi ve yeniden üretiminderol oynayan kolektif emek, sol düşünce ve örgütlenmeye daha sıkı bir biçimde dahil edilmelidir. Üçüncüsü, canlı emeğin, üretim esnasında sömürüsü, kapitalizm karşıtı herhangi bir mücadelede merkezi konumunu korumalı, diğer taraftan artı değerin yaratılması ve işçilerin yaşam alanlarında onların elinden geri alınmasına karşın yapılan mücadelelere de önem verilmelidir.
Ayrıca, demokrasiye dair üretilmekte olan alternatif görüşler, sınıf temelli ve ulusalcı kaygıları kimlik siyaseti ile birleştirmek yoluyla, toplumsal yeniden üretim araçlarının mülkiyeti ve devletin doğası hakkındaki çatışma üzerinden gerek ulusal hareketleri gerekse bölgesel yerli hareketlerini yeniden canlandırmıştır. Çıkarılacak ders ise, neoliberal kentleşmenin kötürümleştirici süreçlerinden siyasi bir şehir yaratmanın ve böylelikle şehri kapitalizm karşıtı mücadele için yeniden sahiplenmenin mümkün olduğudur.
Anti kapitalist mücadele için ayrıca, kayıt dışı sektörlerde istihdam edilen emeğin geleneksel sendikal çizgide örgütlenmesi, mahalle derneklerinin bir federasyon altında birleştirilmesi, kentsel ve kırsal mekan arasındaki ilişkinin siyasallaşması, eşitlikçi meclislerin yanı sıra iç içe geçmiş hiyerarşilerin ve liderlik biçimlerinin oluşturulması, kültür ve kolektif hafızadan kaynaklanan güçlerin harekete geçirilmesi gibi metotlar uygulanmalıdır. Dahası, kapitalist değer yasalarını aşındırma ve nihayet alaşağı etme yolundaki mücadeleye sıkı sıkıya bağlı kalınmalıdır ve böylesi bir hareket de sınıf tahakkümü ile metalaşmış piyasa belirlenimlerinin ötesinde insan gelişimini teşvik etmelidir.