Yapısal bozuklukların çözümündeki isteksizlik ve zorluklar üzerine… “İyi de kötü de bulaşıcıdır ama her zaman kolay olan bulaşıcıdır. Zemin hangisine müsaitse o gelir oturur. Zemini hazırlamak önemli, gelen ve gelmeyeni denetlemek değil!”
İnsan hayatını kuşkusuz en zor durumlara çekip götüren kanıksama duygusudur. Bir dönem için asla meydana gelmesi mümkün görünmeyen durumlar meydana geldiğinde otoriteye bir isyan başlar başarılı olunursa ne ala; yok eğer başarılı olunamazsa kaybetmenin yarattığı ego düşümünü en aza indirgemek ve de hatta yok edebilmek için toplumun ileri gelenleri tarafından ilk başta normalleştirilmeye başlar ve başarısız sivil itaatsizlikler genellikle at toplumlar da mevcut olduğu için ve de toplumun çoğunluğunu bu atlar meydana getirdiğinden kısa süre içinde tüm atlar seyislerinin direktiflerine uyar ve durumu kanıksar.
Emin olunması gerek ki at toplumların başında olan yöneticiler için her şey itaatsizliğin olmadığı zaman da değil; itaatsizliğin olduğu zaman ve sonrası güzeldir. Çünkü bu toplumların yöneticileri pek kurnazdırlar. Hemen bir hassasiyet keşfeder ve dikkati kendi beceriksizliklerinden toplumun büyük ölçüde hassasiyet duyduğu noktalara çevirerek bu noktaları kanatmakla suçlar kendisine baş kaldıranları. Bir an için başkaldıran atlar bir anda düşman olurlar kendi davalarına ve kraldan bile daha fazla kralcı olur çıkarlar.
Elbette ki bir toplum asırlar evvelki gibi değildir, bugünler de şuan bile hala medeniyet statüsüne ulaşamamış olsa da. Misal İskandinav toplumları çağımızın en medenilerinden, halbuki 1200’lü yıllar da Avrupa devletlerinin içinden geçen vahşi, acımasız ve son derece barbar olan Viking adlı güruhların var olduğu ve yönettiği topraklardı; Almanya’da dünya için son derece kötü zamanlar yaşatacak olan Nazizm adlı ideolojinin memleketiydi ama şimdi…
Biz elbette gerek tarihsel süreç içerisinde diğer ülkelerde ki kadar vahşi bir tarihe sahip değiliz, ama şunu da yadsımamak gerekiyor; insanları bir ara da tutan her şey birer yalan, safsata ve abartılmış gerçekliklerden oluşur; bu safsatalar çoğu zaman din, etnik yüceltilme gibi olgular olur çünkü vasıfsız insanlar çoğunlukta olduğu için, vasıflı insanlarında kendi çıkarları üzerine uğraş vermelerinden dolayı kolay gelen güzel gelir göze, ne de olsa zoru kimse görmemiştir ki verdiği hazzı bilebilsin, işte tam da bu sebepten ötürü kandırmaca dayanacak ve sığınacak bir liman olur kendi çıkarları peşinde koşan vasıflı insanlara ve onların her dediğine sorgulamadan tapan bir vasıfsız insanlar toplumuna.
Böylesi toplumları demin bahsettiğim safsatalar bir arada tutar. Yıllar geçse de, nice nice devrimler, reformlar olsa da, elbette her fikir kalıcı olmadığından yeniden hortlar paspasın altına süpürülen eski fikirler. Asıl sorun genlerde, yapısal sorunlar evi basan haşereler gibidir; eğer bir ilaçlama ile yetinirsen yüz yıla kalmaz yeniden bela olurlar başa.
O sebepten ikinciyi ve tedbir gereği emin olmak için üçüncü kez de ilaçlamak gerekir. Bu zordur, zahmetlidir ve uzun zaman alır. Yönetenler belli bir noktadan sonra iktidarın büyülü dünyasında ideallerinden taviz verirler, kanıksanan hayat birden değişir ve etrafa kanıksanması daha cazip gelen nice dalkavukla dolu bir dünya gelir. Birçokları da yönetici sıfatı ile kanmamışmış da sürüklememiş midir dünyayı şu anki medeniyet çıkmazına? Bu vakitte her şey örtülü, birey kutsiyeti var ortada. Kişisel gelişim gerekli diyorlar sürekli. Hâlbuki her ne kadar gelişse de fayda verir mi ‘kişisel gelişememiş toplumlara kişisel gelişenler’? Bir bütündür toplum ve birey, asla iki başlık olamaz. Domino taşı etkisi vardır toplumlar da; popüler kültür ‘trend’ olarak isimlendirir bu canavarı. İyi de kötü de bulaşıcıdır ama her zaman kolay olan bulaşıcıdır. Zemin hangisine müsaitse o gelir oturur. Zemini hazırlamak önemli, gelen ve gelmeyeni denetlemek değil!
Çok iyimser olmanın lüzumu yok. Karamsarlık pek çok zaman daha iç açıcı sonuçlar doğurmuştur. Bir yönetici ne kadar gideceğini düşünürse o kadar iyidir ve yine bir yönetici ne kadar gitmeyeceğini düşünürse o kadar kötüdür. Genler de var olanın değişmeyecek diye bir kaydı yoktur, zordur sadece. Güç kullanmak ama akıllıca, gerçekten belirlenmeli doğru da eğri de.
İşte, işin en zor kısmı da burada zaten: İ N A N M A K! Her ne kadar bir görüşe yakın ister hisset ister hissetme kendini, reddedemezsin varoluşunda ki anlamsızlığı ve hayvanlığı. Hatta, hayvandan bile manen aşağı oluşunu ya da bir çok zaman at oluşunu. Reddettiğin zamandır işte kötülüklerin ve uğursuz günlerin kapını çalacağı gün.
Kitleler koyundan, yönetenler çobandan farksızdır. Çobanın elinde ki kavalı çalma mahareti mühimdir, elinde kavalı olması değil. Cesaret çoğu zaman aptalcadır, boşu boşu neden atar ki insan ateşe kendini? En atlanılması gereken ateş; gerçeklerin ateşidir. Ama ‘at’ ve ‘vasıfsız’ olan kitleler için normal ve nedensiz ateşlere atlayanlar cesurdur ve bu anlayış cesaretten asıl anlaşılması gereken manayı gölgede bırakır.
ÇÖKEN TOPLUMLARIN YENİDEN CANLANDIRILMASI ÜZERİNE
İş çok zor. Gerekli olan; yerinde tespit, yerinde düşünce ve yerinde uygulama. Bunlardan herhangi biri bir tık az oldu mu, çöken toplumlar daha da çöker. Bir toplumun çöküşü ilk başta en önemlisi olan ama en önemsizi olarak görülen sanatın bozulması ile başlar. Çöken toplumlar genellikle at yapılı olduğu için sanat alanlarından en önde olanı müziktir.
-Yanlış anlaşılıp bir başka tarafa çekilmesin bu bahsim. Müzik elbette değerlidir ama diğer sanat alanları olmadıktan sonra bir toplum için gerisi boştur.
– İlk bozulma müzikte başlar. Şarkılarda ki sözlerin amiyaneleşmesi, diyeceklerim klişeleşmiş olsa da yapılan işin sanatı değil, parayı önemsemesi. Bu durumda kalitenin düşmesi işten bile değil. Farkında olunmasa da müzik giyim tarzında da etkisini gösterir, rahat müziğin ezici çoğunluğunun olduğu toplumlar da rahat giyim, tam zıddı olan toplumlarda da sıkı giyim gözlenir.
İlk iş olarak dinlenilen müziğin değişmesi gerekir. Gevşeklik kısa süreli bir rahatlama türüdür ve öyle de kalmalıdır. Fazla olursa eğer etki ettiği gemiyi batırır. Tabi alışılmışı elden almaya çalışmak eğer okunduğu gibi yapılırsa havanda su dövmekten başka bir uğraş olmaz. Onun için, çöken toplumların çökmesine sebep olan asli unsurlardan, herhangi bir yeteneği olmamasına rağmen leş toplumun bireyleşmiş hali olarak toplum tarafından ön plana çıkarılan kişiler gibi kişiler yaratılmalı ancak bunlar amacımıza hizmet etmeli.
İnsanlara ‘doğruları’ söylemeli ve inandırmalı. “Doğru budur, yanlış yoldasın sen!” diyerek değil ama; “sana bu yakışır,” diyerek. Ego çok mühimdir bu noktada, zihin özgür değildir, çeperinde bir ego prangası olduğundan onun istemediği şeyleri uygulamaz, dile getirmez. O yüzden suyuna gitmeli. Dedim ya, kanıksamak… Kanıksatmak gerekir, dayatmamak doğrularımızı. Dayatılanlar kaçırtmaktan başka bir işe gelmez.
Müzik alanında değişim tamamlandıktan sonra anlatıcılarımız, demin bahsettiğimiz diğer sanatlarında gerekliliğini vurgulayan nutuklar atmalı orada burada. Bu olurken, bu duruma doğru orantılı olacak şekilde sanatın her alanında amacımıza özgü eserler üretilmeli. Değişen toplum, daha bi bohemleşecek ve sanata ilgi duymaya başlayacak. Ama bunlar olurken bu yenilikleri yapacak olan yöneticilerimiz parasal bir sıkıntı çektirmemeli insanlara. Çünkü insan öyle bir varlıktır ki, tok olduğu zaman yüksek; aç olduğu zaman ise hayvandan bile daha aşağıdır. Bir toplumun medeniyet olup olmadığı da kuşkusuz aç olunan zamanlarda anlaşılır, ki medeni toplumlar da açlığın var olması pek de muteber gözükmüyor.
Toplum sanat ile iç içe geçtikçe, ve aynı zaman da bireyselleşmeden de kurtuldukça ideal düzeye gelecektir. İşte bundan sonrası ideolojik bir durumdur. 17. yy’dan itibaren süregelen Kapitalist düzenin açtığı yaralar ancak tam zıddıyla düzeltilebilir. Çünkü demin bahsettiğimiz uygulamalar gerçekleştirildikçe ve başarılı olundukça artık kesin ve kökten bir değişimin, devrimin gerektirdiği düzleme geçilmiş olacak.
Çöken toplumlar şu unutulmamalıdır ki, eski ve köhnemiş sistemler içerisinde yeniden canlanamaz. Çünkü çökmüş bir köprü, yeniden aynı şekilde yapılırsa üzerinden geçer misiniz?