Yazının başlığı anlaşılma arzusu, Hurşide arkadaşım konuya şu şekilde girmiş. “Belki de derdimize tek çare anlaşılmak, anlaşılma ihtiyacı. İki insan karşılıklı olarak konuşmaya başladığında, ‘acaba konuşma sırası bana ne zaman gelecek?’ diye düşünmekten karşıdaki insanı dinlemiyor bile.”
Sorundan bahsettikten sonra sormuş; “Peki insan neden anlaşılma ihtiyacı duyar? Yaşadıklarını yaşamadım ama ‘seni anlıyorum ‘ cümlesini duymak için mi ya da ortak hisleri taşıyor olmak yalnızlığın yükünü hafifletiyor mu?”
Ve sonunda kendi cevabını vermiş: “Kısaca özetlemek gerekirse insanın toplumsal bir varlık olması hem tamam olma arzusu hem de anlaşılma isteğini de beraberinde getirir. Toplum olarak empati duygusu gelişen ve gerçek anlamda insan olarak birbirini anlayan insanlar olabilmek umuduyla. Sevgiyle.”
Ben de bu konu üzerine düşünüyordum ki biraz da birlikte irdeleyelim dedik. Dünya kurulduğundan beri insan kendini anlatıyor. Sözle, yazıyla, resimle ve daha birçok yöntemle.
Köksal Alver, Edebiyat Sosyolojisi kitabında anlatma, anlaşılma, yaratma konularına temelden giriyor; “Anlatmak, tıpkı hikâye gibi asıl ve temeldir. İnsan, anlatandır, anlatmak zorunda olan bir varlıktır. “Öyküler duymak ve anlatmak insanın temel bir dürtüsüdür”. Yunus Emre’nin “ya ben öleyim mi söylemeyince” dizesi biraz da bu zorunluluğu açıklamaz mı? Söyleyemeyince ölmek… söyleme ile yaşamak arasındaki yıkılmaz köprü… İnsan, söyleyemeyince boğulur, içindeki onu yiyip bitirir. Dayanamayacağını bildiği için de konuşur ve anlatır. “Anlatma serüveni, bir yönüyle gerçek dünyanın şekli şemaili ve yaşanılırlığını yeniden keşfe yönelir. Hatta sadece keşifle yetinildiği de söylenemez. Anlatarak yapar, kurar, düzenler ve adeta yeniden inşa eder.”
Evet, anlatmak bu kadar önemli insan için. Anlatmak, anlaşılmak, görülmek, duyulmak. Hepsi tek tek önemli ve kıymetli. Anlaşıldığımızdan dinlenildiğimizden emin olmak istiyoruz. Ancak bazen de hiçbir şey söylemeden, anlatmadan anlaşılmayı bekliyoruz. Anlatmama gerek yok çünkü zaten beni anlamayacaklar. Ben bile kendimi anlamıyorum ki gibi cümleler kurup duruyoruz.
Buna örnek vermek gerekirse Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar kitabından bir kısım olabilir. Özellikle sosyal medyada o kadar çok alıntılanır ve paylaşılır ki bu kısım, tam beni anlatıyor dersiniz.
“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mec- burum, ben Van Gogh’un resmi değilim, öldükten sonra beni müzeye koyamazsınız, beni tanımalısınız ki benden bahsedin…
“Çoğu zaman amaç anlaşılmak, bir sonuca varmak da değildir. Sadece anlaşılmayan insan olduğumuza yönelik inancımızı onaylatırız bu şekilde. Evet insan toplumsal bir varlık, anlaşılmak empati yapabilmek önemli hatta yaşamsal. Ancak bazıları için tutunduğu anlaşılmaz insan kalıbı daha da yaşamsal olabiliyor. Böyle olunca insanlığın tarihten beri getirdiği alışkanlıklar da değişiyor. Modern çağda yeni yöntemler bulunuyor. Ancak en son teknolojiyi de kullansanız anlatmak ve anlaşılmak istemiyorsanız bütün çareler çaresiz kalıyor ve anlatan değil sadece konuşan insanlara dönüşüyoruz. Sözün, kelimenin, sesin, konuşmanın önemini bir kez de Murat Menteş’in cümleleriyle özetlemek istiyorum: Kelimeler, belki nimetler içinde en büyüğüdür.
“Beden dili nasıl olur da dilimizden dökülen sözleri bastırır? Buna niye razı olalım? Niye şüpheli şahıs kalıbına girelim? Niye dilimiz dönmesin? Niye edebiyat varken, suçbilimcilerin şablonlarıyla yetinelim? Söyle bana Fu, biz aşkımızı kafamızı kaşıyarak, burnumuzu karıştırarak mı ifade edeceğiz? Şiirler ne olacak? Kelimeler, belki nimetler içinde en büyüğüdür.”