Değerli okurlarım, Uyanış isimli yazı dizimin sonuncusu Uyanış-3 ile bugün karşınızdayım. Bu yazımda sizlere Cihan İmparatorluğu’nun sonunu konuşacağız.
Evvelki yazılarımda açmış olduğum bazı tarihi pencerelerden birini daha açarak milletimize karşı başlatılan ama hiç bitmeyecek olan savaşa bir nebze olsun dikkat çekmek en büyük gayemdir. Kişiler, olaylar elbette geçip gitmiştir. Bunlarda boğulmak, kısır çekişmelerden çıkamamak asıl resmi görmemizi engelleyeceği kanısındayım. Bizler fikirlere ve amaçlara bakmaya gayret etmeliyiz. Çünkü gelecek, fikirler ve sağlam hedefler üzerine inşa edilebilir.
BANA BİR TÜFEK VERİNİZ KUMANDAN!
27 Nisan 1909, Yıldız Sarayı etrafı Selanik’ten gelen Hareket Ordusu’nca işgal edilmişti. Türlü yalan ve hile ile “Bin Yıllık Oyun” nihayet vuku bulmuş, vücuda gelmişti. Aslında sarayda bu orduyu geri göndermeye muktedir askeri güç vardı. Padişah’tan emir bekleniyordu. O, emri verseydi bir kıyım yaşanır ama sarayın içine tek bir kişi giremez ve gelenler muhtemelen bir süre sonra, geri gitmek zorunda kalırlardı. Lâkin Sultan II. Abdülhamit Han kan dökmek istemiyordu. “Bırakın, ellemeyin, askere kurşun sıkmayın!” diyerek teslim oluyor, bir taraftan da dilinden bazı ayetler dökülüyordu; “De ki: bizim başımıza ancak, Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O, bizim yardımcımızdır. Öyleyse mü’minler, yalnız Allah’a güvensinler.” (Tevbe/51) bu sükûnet ve vakarla dimdik durmasına hayret edenler, padişaha “Halifem, ortada bir kumpas var, bunu çözmemiz için bir yol bulmamız gerek. Gerçeği ortaya çıkarmalıyız,” dediklerinde Halife yanındaki değerli paşalarına yine Allah’ın kitabını gösterdi. “Gökte ve yerde gâip (gizli) hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) olmasın.” (Neml/75)
Milletine sayısız hizmetlerde bulunmuş padişah ve ekibi bekleyip Allah’a sığındılar. Saatler sonra Saray’ın Kabul Salonu’na hiçbiri Türk olmayan dört kişi girdi. Ellerinde, Sultan II. Abdülhamit Han’ın hâll fetvası vardı. Gelenlerden üçü Müslüman’dı, birisi Yahudi bir mebus olan Emanuel Karassou idi. Bu duruma üzülen Halife’nin dilinden tarihe geçen şu kelimeler döküldü.
“Sizler Müslümansınız! Beni Halife olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkınızdır. Lâkin bu Yahudi’nin aranızda işi ne?”
Haçlı düşüncesinin bin yıldır uğraştığı ama bir türlü yıkamadığı Cihan Devleti’nin “Son günüydü” bu gün. Nihayet Papa ve iş birlikçileri istediklerini almış; Osmanlı’yı yıkmışlardı. Bizzat kendileri yapmamıştı ancak hazırlayan sebepler için ellerinden gelen hiçbir şeyi esirgememişti.
Tarihe bakıldığında Türk Devletlerinin çoğu düşman eliyle yıkılmamıştı. Yıkılan devletlerin çoğu ne yazık ki iç karışıklıklar, taht çekişmeleri ya da, manen ve maddeten bozulma sonucu gerçekleşmişti. Osmanlı’nın da sonu iç karışıklık, ihanetler ve güç mücadelesiyle oldu. En büyük savaşlarda dahi dirayet gösteren Türk Milletinin sarsılmaz inanç ve cesareti: ihanet, kardeş kavgası ve içten yıkılmaya karşı bir şey yapamamaktaydı.
Haçlı düşüncesi yüzyıllar sonra da olsa istediğini aldı. Onların en büyük başarısı ise tarihte kurulan en büyük Türk devletini, kendi askerinin eliyle yıktırmasıydı. O günler asırlar önce hazırlanmış büyük plânın son merhalesinin başlangıcıydı. Bu merhaleden sonra aralarında anlaşmış büyük devletler; istediklerini yavaş yavaş alacak ve en son olarak da devlet yok edilecekti. Türk Milletine karşı duyulan kin ve nefret öylesine büyüktü ki; Anadolu onlara dar edilmeli, mümkünse buradan çıkarılmalıydılar. Ancak unuttukları çok önemli bir nokta vardı. Türk Milleti her defasında küllerinden doğmayı başaran, asla yıkılmayan ve esareti kesinlikle kabul etmeyen bir milletti. Hatırlatma vakti geldiğinde elbet yapılacaktı. Ancak bu gün; o gün değildi.
Saray ele geçirilip, kontrol lehte sağlanınca ilk iş sultanı sürgüne göndermek oldu. Sultan ve ailesi saraydan çıkar çıkmaz çapulcular Yıldız Sarayı’nı talan ettiler. Sultanın özel mülklerine ve maddî birikimlerine bile el koydular.
Selanik’e doğru yola çıkarılan Mazlum Padişah ve Ailesi; koca imparatorlukta yer kalmamış gibi sürgün için bir Yahudi’ye ait eski bir köşke gönderilmişti. Bu bile başlı başına büyük bir mesajdı. İşte hanedana reva görülen buydu. Sonrası, Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesinden silmekle tamamlandı.
Yaklaşık yedi yüz yıl ayakta kalan Osmanlı 1870 – 1875’li yıllarda yıkılışa hızlı adımlarla ilerlerken, II. Abdülhamit Han tahta çıkmıştı. Başlamak üzere olan, 93 Harbi’ni sultan durduramazdı. O gün ki siyasi durum ona bu gücü vermiyordu. Harp başladığında da doğudan Erzurum’a, batıdan Edirne’ye kadar gelen Ruslar, devlet için ağır olan anlaşmayla geri çekildiler. Doğuda Ahmet Muhtar Paşa ve Erzurum halkının Aziziye Tabyalarında verdiği o büyük mücadele, Nene Hatun destanı ve batıda Plevne Kahramanı G. Osman Nuri Paşa ve ordusunun dünya tarihine geçen en büyük savunma savaşlarından olan Plevne Savunması malumunuz bu savaşta vukuu bulmuştur. Lakin bu başarılar savaşı kazanmaya yetmemiştir. Genel kanı, darbe yapmış ordunun savaş kazanmasının zor olacağı yönündedir ve bu kanı o gün acı bir şekilde tecrübe edilmiştir.
Yıkılışı neredeyse otuz üç yıl geciktiren padişah, uyguladığı denge politikası sayesinde bunu başarmıştı. Bir taraftan yıkılışı engelledi, diğer taraftan ülkenin gelişimine büyük katkılar sağladı. Kendisini Selanik’e, sürgüne götüren tren bile onun milletine bir hizmetiydi. Bir “Kiliseler Kanun’unun,” Balkan ülkelerini birbirine düşürdüğünü ve Osmanlı ile bu sayede uğraşamadıklarını göremeyenler, bu Kanun’u iptal ederek Balkan Devletleri’nin birleşmesine neden oldular. Sultan II. Abdülhamit Han’ın sürgüne gönderilmesinden kısa bir süre sonra I. ve II. Balkan Savaşları yaşandı, Koca İmparatorluktan Balkanlar’da elimizde sadece Edirne kaldı.
Zamanında Yıldız Camii’nde, Sultana bombalı saldırı düzenlendiğinde, birkaç saniye ile hedefi kaçıran ermeni hayduda,
“Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
Attın… Fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!” Diyerek methiyeler dizenler; kendi ellerinde devletin yok olduğunu gördüklerinde Sultanın ardınca şöyle ağıt yakacaklardı.
Neredesin şevketlim, sultan Hamid han?
Feryadım varır mı bârigâhına?
Padişah hem zalim, hem deli dedik,
İhtilâla kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz ‘beli’ dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.
Divane sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.
Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliama kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
Tükürün onların pis külâhına.
Rıza Tevfik Şiirinden parça parça alıntı olan dizeler aslında her şeyi apaçık ortaya koymaktadır ve üzerine yoruma gerek olmadığı kanısındayım. Buna benzer başka mısralar da yazılmıştır lakin iş işten çoktan geçmiştir. Giden toprak değil devlettir. Konuyla ilgili olarak kıymetli bir tarihçimiz makalesinde 31 Mart Vakası için şöyle bir not düşmüştür.
“31 Mart ayaklanması BIS (British İntelligence Servis) tarafından tertiplenmiş, imparatorluk politikasında henüz çok toy olan İttihatçılara icra ettirilmiş iğrenç bir eylemdir. Hedef, Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmekti ve maksat hâsıl oldu.”
Mesele yalnızca padişah değildir. Konumuz devletin yıkılması ve bu yıkılışın ardındaki güçlerin yüzyıllar önce planladığı hedefe ulaşmış olmasıdır. Bu hedefe nasıl ulaşıldığı açıktır ama sonuçları millet için çok vahim olmuştur. Nitekim Cumhuriyetimizin kuruluşunda yaşanan İstiklâl mücadelemizde G. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları bütün bir millet ile birlikte yine milletin feraseti ve cesaretiyle düşmana karşı durmuştur. I. Dünya savaşı sonrası topraklarımızda yaşanan işgal ve düşmanın türlü zulmü hem de tecavüzleri büyük mücadele ile sonlandırılmıştır. Yine de coğrafyamız üzerinde hesapları olanlar vazgeçmediler.
Konumuza geri dönecek olursak Sultanın sürgün yıllarında Balkan Savaşı devam etmekteydi. Osmanlı Ordusu sürekli geri çekiliyordu ve o günlerde, Selanik’in bile boşaltılabileceği konuşuluyordu. Sürgün padişahın gözetim altında tutulduğu köşkte bir hareketlenme, hengâme yaşanmaya başlandı. Düşman orduları Selanik’e yaklaşıyordu çünkü. Alman Kralının gönderdiği geminin kaptanı II. Abdülhamid Han’a, “Alman Kralının emriyle gemim, dilediğiniz yere gitmek üzere emrinizdedir.” Dediyse de sultan bunu kabul etmedi. Vatanı asla terk etmeyeceğini bildirerek kaptanı geri gönderdi.
Sürgünde de olsa büyük bir isimdi ve hanedan mensubuydu. Mevcut padişah Sultan V. Mehmet Reşat’ın emriyle Sultan payitahta götürülecekti. Durumu Selanik’te üst düzey kumandanlardan birisi, Rasim Bey kendisine bildirdi. Duruma hiddetlenen Sultan II. Abdülhamid Han, kumandana tarihe geçen şu ifadelerle seslendi.
“Râsim Bey! Râsim Bey! Selanik demek, İstanbul’un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terk ederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, tarih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi? Biraderim Hazretleri, buranın tahliyesine razı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben razı değilim! Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlâtlarımla beraber Selanik’i son nefesime kadar müdafaa edeceğim!”
Kıymetli okurlarım, bir devrin sonu yalnızca Osmanlı İmparatorluğu için değil, hem milletimiz hem dinimiz için çok büyük bir yıkılış ile sonuçlandı. Sonrasında milletimizin özünde olan, “Esareti kabul etmemek, lider olunca yeniden düşmana baş kaldırıp hürriyet için can vermek, devleti söz konusu olunca her şeyden vazgeçebilmek,” gibi başka milletlerde eşi benzeri görülmemiş özellikleri sayesinde Cumhuriyetimizi kurmuştur. Lakin batı, hedefine ulaşmış ve istediğini almıştır. Hâlen kan akan Ortadoğu bataklığı bile o günlerin ardından kalan acı bir reçetedir. Bu reçetenin son bulması da, devam etmesi de yine milletimizin ferasetine kalmış bir meseledir diye düşünüyorum.
Cümlelerime son vermeden önce maziyi hatırlamak, bizim olan ecdâdımızı saygıyla anmak istiyorum. Her ferdiyle milletimize, küllerinden doğan bu millete önderlik eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e, silah arkadaşlarına, İstiklâl Mücadelesinde yer alan her nefere, cepheye lojistik sağlayan analarımıza, siperlere su dağıtırken sessizce şehit olan kahraman kadınlarımıza ve sonrasında bu devleti ayağa kaldırmak için mücadele eden vatan evlatlarına şükranlarımı sunuyor, rahmetle yâd ediyorum.
Bize emanet edilen sancağı bizden sonraki nesillere aktarmak için tarihimizi bilmek, geçmişimize her hâliyle sahip çıkmak görevimizdir. Günümüz siyasetine karışmayı hiç istemememe rağmen, kısır çekişmelerin sıklıkla yaşandığı şu dönemde devletin temel dinamiklerine sahip çıkılması ve özellikle dış siyasette iktidarıyla, muhalefetiyle her devlet adamının tek ses olabilmesi ülkemizin geleceğe daha emin adımlarla ilerleyebilmesi için elzemdir.
Dilerim yakın gelecekte, uzak gelecek adına sağlam adımlar atılarak bir kez daha haçlı zihniyetini sınırlarımızda veya içimizde görmeyiz. Hürriyetsiz, egemenliğimizin teminat altında olmadığı, emniyetsiz bir ülkede yaşayamayacağımızı, bunun olmaması için “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur,” sözünü unutmadan geleceğimizi inşa etmemiz en önemli görevimiz olmalıdır.
Kıymetli okurlarıma esenlikler dilerim.