Sevgili okurlarım. Sözlerime, “Uyanış-1” isimli yazı dizim hakkında bilgi vererek başlamak istiyorum.
Tarih sayfalarında çok dikkat çekmeyen lakin parçalar birleştiğinde değişen tarihe rağmen düşüncelerin, hedeflerin değişmediği hususuna çeşitli perspektiflerden bakmaya çalışacağım. Yazı dizimin, dost ve müttefiklik meselelerinin çokça gündemde olduğu şu günlere denk gelmesi ise hoş bir tesadüftür. Malumunuz batı dünyası hem milletimizi hem dinimizi her daim düşman ve öteki olarak görmüştür. Bu durum gelecekte de değişmeyecektir. Bazı dönemlerde anlayışın değiştiğinden dem vurulmasını yalnızca göstermelik bir sebep olarak görmekteyim. Bu vesileyle, Uyanış-1, 2, 3 yazı dizimde bahsedeceğim meselelerin tarih sayfalarında bir yolculuk olarak görülmesi beni mutlu edecektir.
“AVRUPADA KARANLIK BİR ÇAĞ ve HAÇLILAR”
10 ve 11. Yüzyıllarda Avrupa çeşitli buhranlar yaşamaktaydı. Fakirlik başta olmak üzere açlık, hastalık, kilise baskısı, derebeylik sisteminin halkı köleleştirmesi, bitip tükenmek bilmeyen ama halka hiçbir faydası olmayan savaşlar toplumları bunalıma götürüyordu. Soylular, asiller ve baronlar ise tarihin her döneminde olduğu gibi oldukça rahatlardı. Kendileri için çalışan, savaşan ve ölen halk çok da umurlarında değildi.
Kilise ise bambaşka bir meseleydi. Kilise, dönemin en güçlü otoritesiydi. Din adamları, halkı yine din adına sömürebiliyor, engizisyonu kullanarak devlet adamlarına hatta krallara nüfuz edebiliyor, mukavemet gösterenleri aforoz ederek dinden çıkarabiliyorlardı. Bu güçlü durum onları hem ulaşılmaz hem de zengin yapıyordu. Dönemin Fransa Kralı Philips ve Roma Germen İmparatoru IV. Heinrich, aforoz edilenler arasındaydı.
Dönemin Papa’sını düşündüren kendi halkları değil, Endülüslülerdi. Endülüs Emevi Devleti, İberya yarımadasında köklü bir medeniyet kurmuş, vatandaşlarına refah dolu bir hayat sağlarken adalet, eşitlik, ilim gibi konularda ilerleme kaydetmişti. Endülüs güçlüydü ve sürekli genişlemekteydi. Durdurulmazsa, Fransa içlerine doğru ilerleyebilirdi. Papa VII. Gregarius bu duruma karşı Haçlı birleşiminden söz etmiş ama birleşime muktedir olamamıştı. Kaldı ki artık büyük bir tehlike daha söz konusuydu. Türkler!
Orta Asya’dan kopup gelen güçlü ve savaşçı millet, Arapların dinini seçmiş ve Ön Asya’da ilerlemekteydiler. Doğuda Hıristiyanlar için son karakol olan Bizans’ı zayıflatıyorlardı. Bizans’ın en büyük şehirlerinden Nikea’yı (İznik) ele geçirmişlerdi. Konstantinapol tehlike altındaydı ve eğer şehirlerin en güzeli düşerse Türkler doğudan, Emeviler batıdan Avrupa’yı; hilalin iki ucu misali sıkıştıracaklardı.
Papa Gregarius’un ölümünden sonra Avrupa’da başka bir sorun daha vukuu buldu. Aforoz edilmiş Roma-Germen ve Fransa Kralları Konsül’e rağmen yeni bir papa seçtiler. Konsül’ün seçtiği papayı tanımayacaklarını ilan ettiler ve Vatikan’a kendi seçtikleri Papa’yı oturttular. O sırada konsül, Urbanus’u Papa olarak seçmişti. Fakat elinde Roma Germen imparator gücü olmadan Vatikan’a sahip olamadı. Çünkü Roma-Germen imparatoru aynı zamanda kutsal ruhun kutsadığı bir güçtü ve o bir veliahttı. Urbanus ne kadar uğraşsa da, Papalık makamına oturmayı başaramadı. 1093 yılında destek için şehirleri gezmeye başladı. Bir plânı vardı ancak planını “Klerment Konsülü’ne” kadar kimseye anlatmadı. Korkuyordu. Aynı dönemlerde Bizans imparatoru Aleksios, Papa Urbanus’dan yardım istiyordu. Zor durumdaydı. Endişeye kapılmış olan İmparator, Konstantinapol’ün kaybından ve Bizans’ın yıkılmasından korkuyordu.
Papa Urbanus, kimsenin “Hayır” diyemeyeceği, kendi istikbalini kurtarabileceği ve halk desteğini kazanabileceği bir plân yapmıştı. Urbanus, geleceğini garantiye almak istiyordu ama yakacağı ateşle yüzyıllar boyunca kan akmasına, din adına katliamlar yapılmasına, birçok medeniyetin yıkılmasına sebep olacağını düşünmedi. O, tek bir hedefe kilitlenmişti Vatikan koltuğu.
Klerment Konsülü’nde Papa Urbanus üç günlük toplantının ardından, toplanan muazzam kalabalığa ve kendini dinleyen kardinallere duymak istediklerini söyledi. Onları kutsal atfedilen bir göreve çağırdı. Hem halk hem din adamları “Tanrı böyle istiyor.” çığlıklarıyla Haçlı düşüncesine destek verdiler.
Urbanus konuşmasında Hz İsa’nın mezarının işgal altında olduğunu, kutsal mekânların kirletildiğini, Kudüs’te bulunan mabetlerin ahıra çevrildiğini, gidip gelen hacıların çok işkence gördüklerini ve çoğunun geri dönemediğini anlattı. Arap ve Türklerin barbar olduğunu, Bizanslı din kardeşlerine yapmadığını bırakmadıklarını sözlerine ekledi. Kutsalların kurtarılması, Türklerin Asya’ya geri gönderilmesi karşılığında Kudüs’e giden herkes için sonsuz cennet, zenginlik, şan ve şöhret vaat etti. Geride kalanların ise “Tanrı’nın Mütarekesi” anlaşması gereği korunacağı sözünü verdi. Dünyayı bilmeyen halk için bu vaatler çok mühimdi. Hastalık, yokluk ve yoksulluk alıp başını yürümüştü bu sebeple Papa’nın sonsuz cennet çağrısı onlar için büyük önem arz ediyordu. Papa sadece sonsuz cennet değil; doğunun zenginlik ve bolluk içinde olduğunu, saklı kalmış büyük ve gizli hazineler olduğunu, hazinelerin orada kalmaması gerektiğini de söyledi. Bu çağrı sadece köylülerin değil, zengin ve asillerin de dikkatini çekmişti.
“Tanrı böyle istiyor,” çığlığı dalgalar halinde yayıldı. Birçok kont, dük ve toprak sahipleri, zenginler bu sefere katılacaklarını söyleyip söz verdiler. Geride kalanlar Tanrı’nın Mütarekesi’ni uygulayacaklarına ve kalanların korunmasını sağlayacaklarına yemin ettiler. Avrupa kısa sürede büyük bir hareketlenme yaşadı, 1096 yılı yaz başlarında insanlar toplanmaya başladılar. Böylece I. Haçlı Seferi başlamış oldu. Bu seferin başlaması Urban’a dilediği Vatikan yolunu açtı ve o papalık koltuğuna oturdu.
Yola çıkanlar için ilk başlarda her şey yolundayken sonraları yaşanan temel ihtiyaçların temin edilememesi gibi sıkıntılar sebebiyle Haçlılar, Macaristan’da Yahudi katliamı yaptılar. Sonra dindaşlarını katlettiler. Bizans’a yardım için yola çıkanlar neredeyse bu imparatorluğu yok edeceklerdi. Bizans İmparator’u Aleksios, durumu kontrol altına almak için çok çaba sarf etti. Komutanlara, düklere ve ileri gelen din adamlarına sayısız maddî güç ve hediyeler verdi.
Sultan I. Kılıçaslan, doğada seferdeydi ve hızla batıya gitti. Danişmend Gazi ile birlikte Anadolu’nun içlerinde Haçlıların karşısına çıktı. Düşmanı tanımak maksatlı taktiksel savaş takriben altı, yedi saat sürdü ve Türkler geri çekildi. Haçlılar ise zafer kazandıklarını sandılar. Ancak muharebe bitip karargâha geri döndüklerinde 100.000’den fazla kayıpları olduğunu, ordugâhların yağmalandığını, himayelerindeki hayvan ve taşıtların çoğunun yok olduğunu gördüler. Türkler denildiği gibi savaşçıydılar, ne yaptıklarını bilmekte, ne zaman saldırıp ne zaman çekileceğini düşünerek hareket etmekteydiler. Anlaşıldı ki bu muharebenin amacı yalnızca tarafların birbirini tanıması, Haçlıların morallerinin bozulması, kaynaklarının yıpratılmasıydı ve Türkler başarılı olmuşlardı.
Şövalye, Toulouse Kontu IV. Raymond, Tankred, Godefroi de Bouillon ve ordudaki diğer soylular bir toplantı yaptılar. Düzenli ordu gibi hareket etmemeleri halinde Kudüs’e varamayacakları konusunda birleştiler. Haçlılar, Eskişehir, Konya istikametinde ilerledi lakin her an bekledikleri I. Kılıçaslan’ın ordusu görünürlerde yoktu. Ancak yolları üzerinde tarlalar yakılmış, su kaynakları yok edilmiş, yerleşim yerleri boşaltılmıştı. Aşırı sıcağın, hastalıkların ordu içinde artması Haçlıların düzenini bozdu. Toroslar’da ise coğrafyanın azizliğine uğrayıp karakışı yaşadılar.
Sultan I. Kılıçaslan vur kaç taktiği ile Haçlılara yol boyunca çok zayiat vermişti ama Haçlılar asıl; açlık, susuzluk, hastalık ve donma sebebiyle on binlerce kayıp verdiler. Tarsus’a varıp kontluk kurmak istediklerinde sayıları 100.000 civarında kalmıştı. Sonraki hedeflerinde Antakya vardı. Uzun süren işgal sonrası Antakya valisi Yağısıyan ve Musul Atabeyi Kerboğa’nın planladığı başarılı savaş taktiğiyle Antakya’yı onlara verdiler. Haçlılar şehri kolayca aldı fakat şehirde gıda ve ihtiyaç malzemesi yoktu. İçeride sıkışıp kaldılar. Haçlılar bu kuşatmada da kazanırken kaybetmişti. Tarihçilerin bildirdiğine göre I. Haçlı Seferi’nde Kudüs’e ulaşanların sayısı 40.000- 60.000 kadardır.
Lâkin Kudüs hazırlıksızdı. Çok dayanamadan düştü. Bu düşüş dünya tarihindeki en büyük barbarlığa ve katliama sebep oldu. Haçlılar, iki gün içinde –Rivayetlere ve çeşitli kaynaklara göre– 50,000- 60,000 civarında Müslüman ve Yahudi’yi katletti. Günümüze ulaşan bazı kaynakların dediğine göre içlerinden biri notlarına şu kaydı düşmüştü, “Kudüs’te atlarımız toynaklarına kadar insan kanıyla dolaşıyordu, sokaklardan kan seli akmaktaydı.”
Papalık ve Tapınakçılar yaptıkları çalışmadan memnundular. Onlar için akan insan kanının, ölen 700.000 civarında Hıristiyan’ın, savaşta ölen yüz binlerce Müslüman, Yahudi halkın değeri yoktu. O tarihten sonra düzenlenen yedi Haçlı seferinde de, öleceklerin ve sonralarında yaşanacak onlarca Haçlı zihniyetiyle katledilen insanların değeri olmayacaktı. Onların bir amacı vardı.
“Hükmetme ve tüm güçlerden üstün güç olma arzusu” hedefleriydi. Bu ifadeyi anımsayanlar olacaktır. 11 dalda Oscar ödülü alan çok tanınmış bir filmde de geçer. Filmde, sanki doğu medeniyetine ve Müslümanlara ait bir düşünceymiş gibi izleyiciye aktarılması çok manidardır. Konumuza dönecek olursak eğer, I. Haçlı Seferi gibi, düzenlenen diğer yedi seferde genel olarak başarısızlıkla sonuçlandı. Haçlılar; kazandıkları askeri başarıları Sultan Selahaddin Eyyubî gibi tarihin sayfalarına altın harflerle yazılan büyük komutanın ellerinde yok edip Kudüs’ten çıkarıldılar.
Haçlı Seferlerinden sonra kilise zayıfladı, egemenliğini büyük ölçüde yitirdi. Ancak doğuda tehlike hâlâ vardı. Haçlı seferleri fiilen bitmiş olsa da tehlike yıllar geçtikçe büyümekteydi. Kendi içlerinde anlaşabildikleri sürece Haçlı orduları hep üzerimize gelmiştir. Bilindiği üzere Osmanlı, Haçlılarla defalarca savaştı. Varna’da, Kosova’da, Niğbolu’da, Preveze’de hatta Çanakkale’de birleşik Haçlı orduları mağlup edildi.
Hilal ile Haç’ın fiili savaşı bitmiş görünmesi aldatıcıdır. Dönemimizde ağırlıklı olarak ekonomik, siyasî ve sosyal savaş verilmektedir. Urban öldü, lâkin fikrini yaşatanlar hâlâ kan akıtmaya devam etmekteler: Irak, Filistin, Afganistan, Suriye, Doğu Türkistan… Çünkü şekil ve sözler değişse de fikir ve düşünce değişmedi. Bu sebeple şeklimizi, fikrimizi değiştirmemiz hiçbir zaman yeterli olmayacak. Bizler, onlar için her daim öteki ve düşman olarak kalacağız.
Kıymetli okurum, Uyanış-2 yazımda inşallah başka bir tarihi pencere açacağım. O güne değin esenlikler dilerim.