Tiyatro, muhalif tarafım.. Dostlar Tiyatrosu 1969 yılında kuruldu. Şu anda da 40. yıla yaklaşıyoruz. Başlangıçtan bu yana politik tiyatro üreten bir topluluk oldu.
Ülkemizin ya da çağımızın önemli sorunları üzerinde bir tartışma platformu oluşturmayı amaçlayan bir tiyatro. Bir dönem belgesel oyunları repertuvarımıza alarak toplumsal sorunları yaşanmışlıklar anlamında sahneye taşımayı amaçladık. Bütün oyunları aslında belli bir sorunu yeniden tartışmak ve toplumun gündemine yerleştirmek için tercih ettik.
Dostlar Tiyatrosu’nu, kuruluşundan bu yana tarihini ayrıştırsak, Türkiye üç farklı dönem yaşadı. Yani ‘68-72, ‘72- 80 ve ‘80‘lerden bugüne bu üç farklı dönem sizin tiyatronuzun sanat anlayışını nasıl etkiledi?
Şöyle söyleyeyim; tabii ki biz daha çok ‘70li yılların tiyatrosuyuz ama ‘68 çok önemli bir tarih. Zaten politik tiyatronun ve belgesel tiyatronun bütün dünyada çok gözde olduğu bir dönem. Bize de hemen yansıdı o. Brecht’in gözde olduğu bir dönem, ‘70’li yıllar da öyle. Siyasi hareketin çok hızlı olduğu bir dönemdi. O dönem biz de ona paralel gittik. Tiyatro da ona paralel olarak çok hızlı ve sıcaktı. Ama o, on yılda bir olur dediğimiz olaylar olduğu vakit de, önce bir balyoz yiyorduk kafamıza, birazcık kenara çekiliyorduk; oyunlarımız yasaklanıyordu, turneye çıkışımız engelleniyordu, ama bu askeri yönetimlerin en yoğun olduğu dönemlerde bile sözümüzü söylemenin bir yolunu buluyorduk.
Neredeyse kırk yıldır Dostlar Tiyatrosu’ndasınız. Ayrıca politik tiyatro denince ilk akla gelen Dostlar Tiyatrosu’yla tiyatro yapmanın avantajları ya da dezavantajları nedir?
Ben sanatın bağımsızlığını, özgürlüğünü her şeyin üstünde tuttuğum için özel tiyatro yapıyorum. ‘60’lardan beri kimi ödenekli tiyatrolardan teklifler alıyorum. Ama yukarıda saydığım ve başka sebeplerden dolayı özel tiyatro yapmayı tercih ediyorum.
Avantajları olduğu kadar kuşkusuz dezavantajları da var, ancak bu da işin veya mesleğin doğası gereği. Ama sonuç olarak sanatın bağımsızlığı ve özgürce ifadesi için ben bağımsız bütçe ve bağımsız kurumsal yapının sanatçıyı daha özgür kıldığı inancını hâlâ taşıyorum. Bu nedenle de bütün zorluklarına rağmen özel tiyatroda ısrar ediyorum. Benim ne oynayacağıma başkası karar veremez. Ve öyle bir çizgide memurluğun, belediye ya da devlet kadrosunda olmanın kendime hiç uygun olmadığını düşündüm.
Zor da olsa inandığımı, bildiğimi yapacağım, sonuçlarına da katlanacağım dedim. Özgürlüğü hiçbir şeye feda etmedim. Bunun karşılığında tabii engellemeler, yasaklamalar oldu. Azizname’yi Fethiye’de oynarken faşistler molotofkokteyli attılar sahneye, Erzurum’da linç edilme tehlikesi geçirdim. Bütün zorluklarına rağmen, özel tiyatroda sanatsal politikanızı kendiniz belirlersiniz ve bu, sanatçıyı özgürleştirir.
Türkiye’de ‘80 öncesi politik tiyatroda aslında ciddi bir filizlenme vardı ve bu girişimler daha sonra kurumsal bir yapıya dönüştü. Bir anlamda sistemin var gücüyle üzerine abandığı durumlarda bile direnmeye devam ediyorlardı. Ancak 12 Eylül’den sonra bu yapılar birer birer çözüldüler ve bu mecrada, Ankara Sanat Tiyatrosu ve Dostlar Tiyatrosu dışında yeni bir yapı oluşmadı. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
Öncelikle dönem değişti ve insanlar çok fazla tekil yaşamaya zorlandılar. Bu bir anlamda liberal yaşam kültürünün dayatılmasıydı. Şimdi böyle bir gündelik gerçeklikle yaşayan toplumun beğeni düzeyi de, gelecek kurgusu da ideolojik olarak başka türlü şekilleniyor. Dönem apolitik bir dönem olduğu için beklentiler de değişti doğal olarak. Medya insanların dünyasını oluşturmak, bakış açısını yeniden kurgulamak anlamında siyasi partilerden daha etkin oluyor artık biliyorsunuz. O aptal kutusu denilen televizyon insanları uyuşturan bir aygıta dönüştü kısa zamanda. Ama bu hep böyle gitmeyecek. İnsanlar artık sahnede daha ciddi işler görme arayışına yönelecekler.
Özel tiyatrolar da bu arayışa paralel olarak politik ya da muhalif oyunları sahneye taşımak zorunda kalacaklar. Yani sonuç olarak toplumun sistemden rahatsızlığı bir bakıma muhalif tiyatroların çoğalmasına ve muhalif oyunları toplumla buluşturmasına yol açacak.
Tarihten bugüne siyasal iktidarların tiyatro sanatı ve sanatçılarla arası hiç iyi olmadı. Sanatçılara hep yasaklamalar, sansürler, tiyatro kapatmalar ve hapisler reva görüldü. Bu bağlamda bakıldığında bu yıl, iktidarın özel tiyatrolara yardım vermemesini nasıl yorumluyorsunuz?
Geçmiş dönemlerde siyasal iktidarların tiyatroyu sevmemeleri anlaşılır bir durumdu, çünkü ortada sanat adına ciddi bir muhalif duruş vardı. Şimdilerde öyle bir tavır yok. Yardım vermemeleri konusuna gelince; hükümet, devlet, belki de tiyatronun desteklenmesinin görevleri olduğunun bilincinde değil. Adet yerini bulsun diye, onlara da 3-5 kuruş dağıtalım da susturalım, gibi bir niyet var. Onu da bu yıl vermediler, arkasında ne var iyice düşünmek gerek. Ama kendi mevzuatlarında şöyle bir yönetmelik var; ‘Tiyatronun yaygınlaştırılmasına destek olan tiyatrolara yardım yapılmalı, yeni yazarların gelişmesine destek olan tiyatrolara yahut tiyatro sanatını yücelten tiyatrolara’ diye, ama bu şimdiye kadar adaletli bir şekilde hiç uygulanmadı.
Çünkü hiçbir bakanlık bürokratı, hiçbir tiyatroya gelip oyun izlemiyor ve yukarıdaki ilkelere en çok hangi tiyatro kurumu katkı sunuyor, bilmiyorlar. Bu sebeple yapmak istedikleri yardımı sürekliliğe dönüştürmekten aciz kalıyorlar, yaptıkları sadece ‘yasak savmak’ adına kimi tiyatrolara verdikleri çok küçük bir para ve bunu da bu yıl henüz vermediler.
Peki bütün bu hengame içerisinde ve her şeye rağmen tiyatro yapmaya devam ediyorsunuz. Türkiye’de özel tiyatrolar ya da ödenekli kurumsal tiyatrolara baktığınızda tiyatronun geldiği seviyeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şeyden önce tiyatromuzda tek avantajlı olduğumuz unsur, oyuncu hiçbir zaman sorun olmadı ülkemizde. Yani daha tiyatro okulları kurulmadan da bu toprakların, bu bakımdan çok verimli topraklar olduğunu, okul öncesi yetişen oyuncularımızdan biliyorum. En iyi hocayı Almanya’dan getirtmişler, bir oyunculuk geleneği oluşmuş, tabii sonra zamanla o eskimiş ve başka yeni anlayışlar gelmiş. Ancak o zamanlar büyük bir hata ya da yanlış yapılmış ve bir yönetmenlik okulu açılmamış. Rejisörlük okulu da o dönem açılsaydı, hiç olmazsa orada da bir yerlere gelmiş olurduk. Yaklaşık 60 yıl Türkiye’de tiyatrolarda tecrübeli oyunculara yönetmenlik yaptırıldı, bu olabilir bir şey değil ve kabul edilebilir yanı yok.
Dikkat ederseniz yönetmen olarak saygı gören insanların dışarıda bir şeyler okuyup gelmiş ya da görmüş, bakmış ve kendilerini o alanda yetkinleştirdiklerini görürsünüz. Bu arkadaşların dışında bir yönetmenlik geleneği yok. Tiyatromuzun eksik tarafı bu, yazarlık konusunda da maalesef yine televizyon çok kısa yoldan para kazanmayı vaat ettiği için genç yazarlar o alanı tercih ettiler. Oyun yazarlığı okulları da açıldı ama oradan tiyatro oyun yazarı yetiştiğini görmüyoruz, televizyona ve reklam piyasasına bol yazar yetişiyor oralardan ama, maalesef oyun yazmıyorlar. Sonuç olarak tiyatronun bugünkü durumu birçok bakımdan çok da iç açıcı değil dersek abartmış olmayız.
Bu sezon sahnelediğiniz ve hâlâ gösterimde olan ‘Sivas 93’ adlı oyununuza getirmek istiyorum sözü. Katliamı sahneye aktarma düşüncesi ne zaman oluştu, hangi süreçlerden geçerek hazırladınız oyunu?
Belki içimde biriken bir şeyler birdenbire karara dönüştü, düşüncelerimin harekete geçmesine yardımcı oldu. Ama bu kararı tetikleyen iki yazı oldu. İkisini de Dikmen Gürün, Cumhuriyet gazetesinde yazdı. Gürün yazılarında “İki yıl üst üste 2 Temmuz’da, çok trajik olaylar yaşandı, niye yazarlarımız bu konuda yazmazlar? Bunlardan ne güzel belgesel oyun olur” dedi. Ben de evet, çok haklı diyordum.
Bu yılki yazıyı okuduğum gece birdenbire uykum kaçtı ve ben bunu yapabilir miyim acaba diye düşünmeye başladım. Fakat çok cesaret isteyen bir çalışma belgesel oyun yazma çalışması. Oyun uyarlama çalışmalarım var ama ilk kez bir oyun yazabilir miyim, yazamaz mıyım, haddimi aşmak gibi mi olur diye çekimser kaldığım oldu. Sonunda araştırma yapmaya ve şöyle bir 10-15 sayfalık bir şey yazmaya karar verdim. Gidişata göre devam edecektim.
Belge ve bilgilere ulaşma konusunda sıkıntılar yaşadınız mı?
Bu konuda çok şanslı olduğumu söylemeliyim. Belgelere ulaşmak çok rahat oldu. Özellikle Zeynep Altıok, Metin Altıok’un kızı, mağdur ailelerin avukat grubunun önderlerinden biri olan eski öğrencilerimden Şenal Saruhan, yangında kardeşini kaybeden şimdilerde tiyatrocu olan Serdar Doğan‘ın ve diğer birçok arkadaşın sağladığı dokümantasyonları topladım. Bir okuma süreci başlattım.
Zeynep Altıok o dönemden bugüne yapılmış gazete haberlerini, olayları yaşamış kişilerin söyleşilerini dosyalar halinde verdi. Belgesel bir oyun yazmaya girişen bir insanın bu kadar belge ve bilgiye ulaşması büyük bir şans. Belgelerin içine daldım. Uykularım kaçtı, çünkü ortada çok sert bir malzeme vardı. Daha sonra yazmaya başladım. Okuyan kimi arkadaşlar “Sen bunu nasıl söyleyeceksin” diye sordular ve tedirginliklerini bildirdiler. Ancak yazarken ben zaten nasıl sahneleyeceğimi tasarlamıştım. Kendi yazdığınız metni sahnelemek bir avantaj.
‘Belgeleri gördükçe uykularım kaçtı’ dediniz, dokümanları incelerken kamuoyundan gizlenmiş bilgiler var mıydı? Yazmaya başlayınca öfkelendiğiniz oldu mu?
Öncelikle şunu söyleyeyim; biz konuyu ve olayların gelişimini bilmiyormuşuz. Bunun ayrımına vardım incelemeler yaparken. Kamuoyu bir ihmal sonucu orada birtakım insanlar yakıldı diye bilgilendirilmişti. Ve hâlâ da öyle biliniyor. Oysa olay enine boyuna incelendiğinde, durumun ve olayların gelişiminin hiç de öyle basit olmadığı görülüyor. Tamamen organize bir katliamla karşı karşıya olduğumuz ayan beyan ortaya çıkıyor. Hâlâ bazı şeylere parmak basılamıyor. Eksik soruşturma ile aceleye getirilmiş duruşmalar var.
Ayrıca karardan sonra dönemin adalet bakanının katliam sanıklarını cezaevinde ziyareti gibi bir yığın saçma girişimlerin de olduğunu biliyoruz. Bütün bunlar hem katliamın derin soruşturulmasını engelliyor, hem de davanın tam olarak adaletli bir biçimde yürütülemediğini ortaya koyuyor. Bu koruma kollama çabaları esas olarak gerçek suçluların ortaya çıkmasına engel oluşturuyor. İnsan sonuçta ister istemez öfkeleniyor.
İstediğiniz gibi oldu mu oyun?
Bütün samimiyet ve sanatsal ciddiyetimle ulaşabildiğim tüm belgeleri oyuna sızdırmaya çalıştım. Araştırmalarımla gerçek olarak gördüğüm her şeyi çarpıtmadan oyuna koyduğumu düşünüyorum. Yeterli mi derseniz, yeterli olmadığını söylerim. Çünkü mahkeme de çözememiş bu olayı tam olarak… Bazı soru işaretleri var. Biz “Bu oyunu unutulmaması ve bir daha yaşanmaması, geçmişle ve bugünle yüzleşebilmeniz için oynadık” diyoruz.
Peki oyunu sahnelemeye karar verdikten sonra herhangi bir tedirginlik duydunuz mu?
Açıkçası çevremdeki insanlar “Ne yapıyorsun, deli misin sen?” diye çok söylediler ama bu uyarıları dikkate almam doğru olmazdı. Sanatçı sorumluluğu ve duyarlılığına inanıyorum. Fakat bu uyarıların yanında şunu “Tabii ki yapmalısın, yapman gerekir” diye cesaretlendirenler de oldu. Evet yapmalıyım ve sonucuna da katlanmalıyım diye düşündüm. Belki karşılığında beni de imha ederler, bilmiyorum, bunu zaman gösterecek. Fakat şimdiye kadar herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadım. Ama benim dışımda bazı oyunculara öneri götürdüğümde çekinceleri nedeniyle projede yer alamayacaklarını söylediler.
Birçoğu dizide oynuyordu. “Bu süreçte reytingimiz düşer” ya da “Bu siyasi bir proje, benim oyunculuk geleceğimi olumsuz etkiler” gibi kaygılar taşıyan ve oyunda yer almak istemeyen oyuncular tanıdım. Ben bu gerekçelerin hiçbirini samimi ve doğru bulmuyorum. Çünkü oyuncu her şeyden önce sanatçı sorumluluğu taşımalı ve toplumsal yapıyı sorgulayan projelerde de çekinmeden yer almalıdır.