Sol düşünce deyince akla ne geliyor? Bir parti gelmesi lazım ama yok, bir sürü parti, hepsi birbiri ile kavgalı, kimi uçlarda; kimi ise Liberalizmin kucağında. İnsanların gözünde marjinal bir grup olarak görülüyor.
1.TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA İNKILAPLARINA KARŞI OLUNMASININ SEBEBİ
Özgürlük kavramı, hele ki bireysel özgürlük çok zor toplumun kodlarına işleyen bir şeydir. 623 yıl ve daha öncesini de hesaba katarsak eğer, neredeyse binlerce yıldır, laf gelimi kula kul olan insanlar, aniden ‘vatandaşlık’ kavramı ile karşılaşınca, bir patlamanın meydana gelmemesi içten bile değil. Nietzsche’nin şu sözü son derece haklıdır: “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendisine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır!”
Biz de cumhuriyet değil; demokrasi aceleye getirilmiştir. Demokratik bir toplum inşa etmek için, toplumun, yani karar vericilerin okuma yazma ile kalmayıp, belli konular da metotlu ve kayda değer fikirlere sahip olması gerekir. Osmanlıdan yeni cumhuriyete bir enkaz devredildi. Bu enkazı şöyle anlatabilirim:
Tüm tüyleri yolunmuş bir koyunun son anda kafasının kesilmesinden vazgeçilmesi ile ölümden dönmesi! Şu an kendini ahmakça bir şekilde, Neo-Osmanlı (Yeni Osmanlıcılar) olarak anan bir güruh var. Bu güruh Osmanlı’nın II. Abdülhamid dışında son dönemlerine pek bakmazlar -aslında asıl Abdülhamid dönemine bakmaları ve gerçekleri görmeleri gerekir de- bu dönem çünkü onların argümanına zarar verir ve insanlar kuşkusuz kendi isteklerine göre doğruyu eğri; eğriyi de doğru yaptıkları için, bu döneme pek bakmazlar ve bu dönemi diyalektik olarak öne sürenler ise son derece katı bir tutum içerisinde aşağılanırlar.
Genellikle temel argümanları kuruluş ve yükseliş dönemidir. O dönem ki Osmanlı’yı geri getirmek istiyorlar, halbuki şunu da ya bilmiyorlar ya da benim de kuvvetle ihtimal dediğim biçim de görmek istemiyorlar; Osmanlı’nın son yıllarında elinde olan topraklar, günümüz T.C sınırlarından daha da küçüktü. Sınırların bu derece küçük olmasının yanı sıra, devlet yönetimi bile öz iktidarda değildi. Ekonomik bağımsızlık, kapitülasyonlar aracılığıyla dış ülkelere peşkeş çekilmişti. Zaten az olan ürettiklerimizi de yabancılara kaptırıyorduk.
Devlet öyle bir hal almıştı ki, kendi içinde ki azınlıklardan olan bankerlere bile borçlanmıştı. Bu durumda zaten Neo-Osmanlıların tezi çürütülmüş oluyor. Cumhuriyet bir kalkınıştır ama, biz de cumhuriyet sistem olarak gelmedi; devrim olarak geldi. Böyle olması da doğal, çünkü, sistem değişikliği böyle bir dönem de ancak devrim ile yapılır. Devrim olarak geldiği için, belli şeyleri ortadan kaldırması ve yeni şeyler koyması lazımdı, koyuldu mu? Evet, belli şeyler kaldırıldı ve yerine daha iyileri konuldu. Lakin, bu yenilikler çoğunluğa sıçradı mı? Bizde, Cumhuriyet dönemi inkılaplarının günümüze kadar kısmen değişerek gelebilmesinin nedeni; itaatkâr bir toplum oluşumuzdur. Bu itaatkârlık, Her kötülüğün içinde iyilik; her iyiliğin içinde de bir kötülük vardır, felsefesinin doğu olduğunu gösteriyor.
Türk toplumunda çöküş uzun zamandır var. Daha önce ki, Osmanlı döneminde başlar bu çöküş. Hatta bu durumu Talas savaşına kadar da götürebiliriz. Göçebe toplumların karakterleri pek çok durumda kendi özlerinden çıkmaz. Çevrelerinin etkisi ile belirlenir. Göçebe toplumların oluşumu, tıpkı diğer toplumların oluşumu gibi, birlikte yaşama mecburiyetinden doğar ama burada tek sebep de budur. İşte, tüm sorunların ortaya çıkışının temel kaynağı da budur.
Çöküş, biz de din etkisi ile başladı. 751’de ki Talas’tan sonra, kitleler halinde -o dönem içerisinde hızla güçlenen Emevi baskısını da yadsımamak gerekir- Müslümanlaşmaya başlayan Türk toplumu, onları kendi dinlerinde ki tek bir tanrı bulunan ve kendi yaşam tarzlarına da içerisinde geçen cihat vb. kavramlardan ötürü benzeyen bu din ile tanıştıran Arap toplumuna büyük bir hayranlık duymaya başladı. İslam Araplar aracılığıyla dünya etnisitelerine ulaştı. Din, Arap olmak, olarak algılandı sonradan inanmaya başlayan toplumlarda. Bu durumun yarattığı büyük Arap özentiliği, Türk toplumunun yapısını kökten değiştirdi.
Arap toplumunda, din nereye kadardır, milliyetçilik nereye kadardır bilinmez. Yani, tıpkı İsrailliler gibi, kültürleri ile din özdeşleşmiş ve özdeşleşme de her ikisi eşit kalmayıp, terazinin öteki kefesi olan milli kültürleri ağır basmıştır. O sebepten din aracılığıyla etkiledikleri toplumlara, kendi kültürlerini de empoze etmişlerdir. Türk toplumunun tarihine bakıldığında, son derece kadına değer verildiği görülür. Misal, İslam öncesi Türk devletlerinde, Kağan, eşi Hatun’un da imzası ve dahli olmadan bir emir yayınlayamaz ya da bir karar veremezdi; verse de devlet yönetimin de Kağan’ın danışmanı olan Toy (kurultay) tarafından kabul görmez, takılmazdı. Sanırım, bu verdiğim örnek ile şu an ki toplumda kadının yeri arasında ki dağlar kadar farkı kavramışsınızdır.
Dinler, özellikle semavi dinlerin tarihi incelendiğinde bir isyan görülür. Ancak bu isyankârlık iktidar olana kadardır. İslam dünyası Orta Çağda hakikaten de dönemin katı Katolik kilisesinin emirleri doğrultusunda ezilen Avrupa halklarına karşı daha bir öndeydi hem bilimsel hem de sanatsal anlamda. Bu durum, Avrupa’da Coğrafi Keşifler ile başlayan hareketlenmeye kadar devam etti sonrasında, Aydınlanma Çağı ile beraber de İslam dünyası bilim, düşünce ve sanat alanlarında Avrupa’nın Orta Çağda ki durumuna döndü. Son derece kapalı fikirlerin hâkim olduğu ve farklı bir görüşe tahammül edilemeyen bir ortam. Öyle ki, günümüz de dahi, Orta Çağ döneminin Müslüman aydınları bugünler de dinsiz miydi, diye tartışılıyor. Bu durum, Orta Çağ dönemi Avrupa’sının dahi gerisinde olduğumuzu gösteriyor şu an.
Kapalı bir kutuyuz ve siyah renkli, ne bir ışık yayıyoruz ne de alıyoruz. Kutular gibiyiz yine, hareket edemiyoruz, ettiriliyoruz. Her türlü yeniliğe din kisvesi altında karşı duruyoruz. Kandırılmakta üstümüze yok ve aynı zaman da unutmakta. Aynı yollarla kaç kere kandırıldık bilmem, sayamıyoruz artık, her gelen semer vuruyor, üstüne alkışlıyoruz, neyi alkışladığımızı bilmeden. Okumak ve düşünmek yok, boş işler neticede. Önemli olan dinlemek imiş, kimi dinlediğine bakmadan. Kısa özeti budur işte, en iyi ve yenilere her daim karşı oluşumuzun.
2. TÜRKİYE’DE Kİ SOL DÜŞÜNCE
Mevzubahis Türkiye’de Sol düşünce olunca bir gülme geliyor içeriden bir yerlerden. Toplumda fazlası ile var olan din baskısı neticesinde Sol pek rağbet görmüyor. Ama işin en trajikomik yönü de şu: 1970’ler de Sol partilere oy veren alt sınıf; 1980 ve sonrasında Sağ ve dinci partilere oy vermeye başladı. Bu da, ister istemez Türkiye de Sol artık geçerliliğini kaybetmeye mi başladı, sorusuna akla getiriyor.
Osmanlı döneminde, Jön Türk hareketi ile başlayan ideolojik tanışma ortamında, ağır basan dört fikir vardı. Bunlar; İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık idi. Sol düşünce taraftarları genellikle Batıcı fikir adamları ve çevreleri etrafında toplanıyordu lakin aynı zaman bir kısmı kendi cemiyetleri etrafından toplanıyordu. Sol harekete Türkiye’de kısacası Osmanlı döneminde de rastlanır. 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası bunun en net örneğidir.
Sonrasında mebus seçilip, Mebusan Meclisine giren üyeleri de oldu bu partinin. Lakin daha sonradan kapatıldı. Akabinde cereyan eden hadiselerden bir vakit sonra, Kurtuluş Savaşı döneminde Sovyetlerden alınan yardıma adeta bir teşekkür göz kırpışı olarak nitelendirilebilecek biçimde bir Sol parti daha kuruldu ve ileri de Cumhuriyet’in temel kadrolarını oluşturan insanlar da katıldı, Atatürk’ün de bu partiye katıldığı bilinmektedir. Sonradan o da kapandı ve Halk Fırkasına katıldı. Atatürk döneminde Solcularla iyi geçinildi. Bunda, Solcularında Atatürk’ün cenahında yer almalarının etkisi kuşkusuz yadsınamaz. Lakin sonrası için pek de iyi şeyler söylenemez. İsmet İnönü döneminde de tatlı sert ama netice de iyi denilebilecek bir ilişki geçse de ardından gelen sağcı hükümetlerle doğal olarak Sol çevrelerin yıldızı barışmadı.
Tüm bunların yanı sıra, Sovyetlerin en etkin olduğu ’70’li yıllarda, Türkiye’de popülerlik kazanan Sol hareket ile, 1973 genel seçimlerinde CHP Karaoğlan diye anılan Bülent Ecevit ile beraber iktidar oldu ve T.C tarihinde %47,1 ile en yüksek oyu alan Sol grup oldu.
Tarih bundan sonrası için, Türkiye’de Sol’a kötü yazılmış anlaşılan. 1971 muhtırası ile sakalı kesilen sol, her ne kadar 1973’te ayağa kalkabildiyse de, 1980 askeri darbesi ile, toplumdan soyutlandı askeri dikta yönetimi tarafından ve en büyük destekçileri olan gençleri ve gelecek nesli son derece apolitik biçimde yetiştirdiler, nitekim şu anki gençliğe baktığımız da, “siyasetten nefret ediyorum ve ilgilenmiyorum” lafı çok popüler. Kimse kusura bakmasın ama bu laf, son derece ahmak işi. Siyaset bir toplumun geleceği, yaşantısı demektir.
3. TÜRKİYE’DE Kİ SOL DÜŞÜNCENİN İÇİNDE BULUNDUĞU ÇIKMAZ
Türkiye’de sol deyince akla ne geliyor? Bir parti gelmesi lazım ama yok, bir sürü parti, hepsi birbiri ile kavgalı, kimi uçlarda; kimi ise Liberalizmin kucağında. İnsanların gözünde marjinal bir grup olarak görülüyor. Liberalizme yakın Sol partilerden pek bir hayır geleceği söylenemez, bu sadece bizim ülkemiz için değil, dünya içinde böyle. Mesela, Yunanistan da iktidara gelen Syriza, Sol iddialarla geldi yönetime ama sonuç, sonuç Sol görünümü altında Liberal politikalar. Yani, Sosyal Demokrasi idealinin artık geçerliliğini kaybetmeye, yalnızca demokrasisi tam oturmuş devletler de, ki bu devletler de İskandinav devletleridir, olabileceği kesindir.
Liberalizme yakın olan Sol’un aksine, Sosyalist ve Komünist olduğunu iddia eden kesimde de şöyle bir sorun var; çağa uygun değiller. Bu çağa uygun olamama günümüz de daha çok görülür vaziyette. Direniş, kelimesi bir kere insanların kulağına kötü geliyor. Savaş, çatışma, dövüş… Sol’un bu vaziyette, Sovyetler öncesi dönemde kaldığı açık. Ama, Sovyetler yıkıldı ve Kapitalizm hâkim oldu, bakmayın sakın Çin’e falan. Nice Kapitalist ülkeden daha fenadır o.
Türkiye’de Sol’un 1980 askeri darbesi ile kolu, ayağı ve en önemlisi dili kesildi. Konuşamaz halde çırpınıyor ama maddenin kendisi değildir mühim olan, çıkardığı sestir en nihayetinde. 1980 ihtilali sonucunda, demin bahsettiğim o apolitik gençliğe ulaşamıyor asıl Sol. Her ne kadar muhafazakarları eleştirsek de, kendimizi neden olduğumuz gibi tıpkı Sovyetler dönemdeymişçesine ifade ediyoruz? Maalesef Sol çevreler Muhafazakar çevrelerden daha tutucu bir konumda uzun zamandır.
Ağzına yenilik kavramını getiren hemencecik ‘dönek’ ilan ediliyor, bu da asıl Sol dediğim grubun bölünmesine ve oradan ayrılan ekibin daha Liberalizm eğilimli yeni bir ekip kurmasına yol açıyor, yani sol ayrı ayrı fraksiyonlara bölünerek aslında kendisini bitiriyor. Nitekim şu aralar popüler kültürün malzemesi olan, Doğu Perinçek ve Ertuğrul Kürkçü’nün yıllar önce Mehmet Ali Birand’ın hazırlayıp sunduğu 32.GÜN adlı programda yaptıkları tartışma, Türkiye’de Sol’un nerede olduğunu sadece kendilerine değil, tüm Türkiye halklarına gösterdi ve böylesine devam ederse bu ‘SOL’dan bir hayır gelmeyeceğini tüm Türkiye anlamış oldu.
Bu dönem ve anlaşılan uzun bir dönem boyunca da asıl Sol dediğim kesim ve partiler halk gözünde marjinal görünecek. Ama öte yandan ülke de yükselen bir Sosyal Demokrasi anlayışı var ve Sol’un en büyük umudu ve çıkış yolu da bu. Tüm sol fraksiyonların birbiri içinde ki tartışmalarını bir kenara bırakıp, bu umut ateşinin etrafında toplanması lazım. Aksi takdir de, sonuç hep aynı olacak ve tarih, hiç bıkmadan ve usanmadan tekerrür edecek.