Cinayete kurban giden ya da şiddete maruz kalan kadınların sesi olmak için yükselen her ses, gün geliyor bizim, arkadaşımızın, kardeşimizin ya da tüm medeniyetin sesi oluyor.
Birleşmiş Milletler, kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla 1999 yılının 25 Kasım gününü Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak ilan etmiştir.
Bugüne istinaden yazdığım bu yazıya terim veya tanım içeren klişe cümleler ile başlamak istemiyorum, çünkü aslında her birimiz, kadınlığın bir erkeklik gibi cinsiyetten veya cinsiyetliğin getirmiş olduğu rollerden ibaret olmadığını biliyoruz. Ama birçoğumuz, kadın cinayetlerinin sebebini bilmiyor ya da tam olarak araştırmıyoruz.
İşte kimimiz, cahilliğin verdiği bu rahatlık ile gelişi güzel kalıplara uyum sağlayarak kadınları suçluyor, kimimiz kulaktan duyma bilgiler ile kadın etek giymiş, geç saatte dışarı çıkmış ya da kocasından boşanmak istemiş gibi cümlelere sığınıyoruz. Ama hiçbirimiz şiddet veya cinayetin özelleştirilecek kadar normalleştirilemeyeceğini kavrayamıyoruz. Ve sonunda da kavrayamadığımız her şeye alıştırılıyoruz.
Yani 2020 yılında cinayete kurban giden 266 kadının sahip olduğu farklı hikayeleri görmek yerine bir öncekine benzeterek onunla bağdaştırıyoruz. Ya da benzemesini isteyerek geçiştiriyoruz, tüm bu olayların, katillerin, şiddet bağımlısı kişilerin bizden uzak olduğunu düşünerek. Ama cinayete kurban giden ya da şiddete maruz kalan kadınların sesi olmak için yükselen her ses, gün geliyor bizim, arkadaşımızın, kardeşimizin ya da tüm medeniyetin sesi oluyor. Çünkü artık medeniyet, fiziksel, psikolojik, cinsel veya sözlü şiddet ile yaşama hakkı elinden alınan tüm kadınların yaşama hakkının ta kendisi olarak anlam değiştiriyor ve karşımıza çıkıyor.
Asıl değinmek istediğim konu olan şiddetin sebepleri ile ilgili ise, geçmişten günümüze gelen birçok varsayım olsa da aslında bu modern çağda şiddet ve cinayetin artmasında ki en büyük etken kadın bireylerin değişen toplumu fark etmesi ve haklarından haberdar bir şekilde modern topluma ayak uydurması olarak görülse de aslında şiddetin yegane sebebi bunu gören erkek bireylerin küçüklükten beri girdiği “erkek adam” kalıbından çıkamaması ve bunu kaybetmek istememesidir.
Çünkü bizler kadının yemek yapmak dışında bilimle de uğraşabileceğine, günü geldiğinde gerekirse elinde bebeğiyle sanatta yapabileceğine inanmak yerine gülüp geçen ataerkil toplumun bireyleriyiz. Çünkü bizler kadına yapabilirsin derken bile ya ev ya iş diye iki seçenek sunan ve seçenekler arasında seçim yapmak zorunda bırakan toplumun bireyleriyiz. Çünkü bizler okurken evlenen kadınlara acıyan, otuzundan sonra evlenen kadınlara gülen, hayallerini başarmak adına çalışan kadınlara inanmayan üzerine bir de engel olan, çelme takan toplumun bireyleriyiz.
Yani bu demek oluyor ki bizler hala 88 yaşında 3 çocuğu ile edebiyat Nobel ödülü alan Doris Lessing’ten, 61 yaşında 1 çocuğu ile fizyoloji ve tıp Nobel ödülü alan Elizabeth Blackburnden’den , 55 yaşında 2 oğlu ile fizik Nobel ödülü alan Andrea Ghez’den ve 31 yaşında 1 çocuğu ile hem sanatını icra eden hem anneliğini yapan Hazal Kaya’dan habersiz ön yargılarımızla süslediğimiz o görkemli düşüncelerimizle yaşamaya devam ediyoruz.
Ama geleceğe dair fikirlerimizde inanıyoruz ki; her ne nedenle olursa olsun başka bir kimsenin yaşamını elinden almaya hakkı olmayan bizler, bu fikirlerin özgür olduğu gelişim çağında dahi kadınların boşanmak istemesini, eğitim görüp iş hayatına katılmak istemesini, fikirleriyle hayatta var olabilmesini lüks olarak değil aksine yaşamak kadar kadınlara verilen temel hak olarak görebilir ve hayatımızın her alanında uygulayabiliriz.
Öyle ki bizler kadın bireylerimizin ayağına değen taş olmaktan çıkıp, küreselleşen ve değişen bu yeni dünya da kadınları ve tüm insanlığı kalıplar haline sokmaktan vazgeçip isimleri veya cinsiyetleriyle değil işlevleriyle ilgilenen insan onuruna yakışır eşit ve güvenli bir hayata sahip olabiliriz.
Çünkü “Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!” Mustafa Kemal ATATÜRK