Sevgili Komiser Konstantin Stepanov, bu mektubu hem bir itiraf hem de insanlık için büyük bir adım olarak görüyorum.
Aslında yazmam gereken bir şey değil, ancak meyhanede tanıştığım bir kadından ricada bulunmuştum. İyi kalpli hanımefendi, isteğimi kırmadı ve eline bir kalem alarak yazmaya başladı. Meyhanede yazılan ve elinizde Rum kokan bir mektubun ulaşması komik ve dikkate alınır gibi görünmeyebilir, ancak başka çarem yok, inanın bana.
Bundan önce polis karakoluna sizinle görüşmeye gelmiştim. Ancak o zamanlar işsizdim ve üzerime doğru düzgün kıyafet alacak rublem bile yoktu. Doğal olarak oradaki çalışanlar beni küçümseyerek saatlerce bekletip durdular. Sizin yönetmeliğinize uygun sandalyelerden birine oturmak rahat ve tatmin ediciydi, bu yüzden teşekkür ediyorum. Beklemenin benden aldığı zamanı üzülmeyin, o sandalyede geçirdiğim rahatlık hissini hayatım boyunca tatmamıştım. Kapınıza gelen sosyeteler, beyaz önlüklüler ve fahişeleri güler yüzle ve ihtiyatlı bir şekilde karşıladınız. Ancak benim suratıma tiksindirici ve rahatsız edici bakışlar atarak küçümsediniz. Bu davranışınızın Tanrı’nın katında işlenmesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Sizin beni soyan bakışlarınızı ve bundan dolayı utanç duymamı sağlayan kibirli ruhunuzu affetmeyeceğim belki de, ancak Tanrı affedicidir ve sizi affetmesi için kiliseye gidip dua edeceğimi bilmenizi isterim. Siz iyi bir insansınız. Şevk ve kadınlara düşkünlüğünüz ve sadece kendi arzularınız doğrultusunda insanları kullanmanız belki de günahlarla dolu olsa da, hepimiz aynı kullarız. Siz sadece yaşamınızı günahların verdiği hazzı ve tatmin hissiyle geçirmeyi tercih ediyorsunuz. Ben ise tokluk ve maneviyatla.
Bekleyişlerimin hiçbir sonuç getirmeyeceğini anladığımda, karakoldan çıktım. Üzerime sinmiş bir umutsuzluk vardı; işimden de dürüstlüğü ve onuru seçtiğim için kovulmuştum. Bu durumun trajikomikliğine bakın: Tanrı’nın varlığı gibi kesin bir gerçek varken, biz insanlar sadece dünya üzerindeki geçici duyguların peşinden sürükleniyoruz. Birçoğumuz kötü davranışlarımızı bahane etmek için, “iblis beni kandırdı, öylesine cezbetti ki, karşısında İsa ya da Meryem Ana olsa bile aynı şekilde davranırdım” deriz. Oysa bu, sadece kendimizi kandırmaktan ibaret. Gerçek çok daha derin ve acımasız.
Size anlatmam gereken konuya geçmeden önce, Meyhane’de tanıdığım kadından bahsetmek istiyorum. Onun bana sağladığı iyilik, bir ömre bedeldi ve ne yazık ki, bu iyiliği karşılayacak bir imkanım yok. Fakirliğin pençesinde, ağız kokusu sarmış bir insanım. Karakoldan sonra cebimde birkaç ruble kalmıştı. Açıkçası, o hareketinizin bende hiçbir etki bırakmadığını söylesem de, içimde bir yaraya dokunduğunu itiraf etmeliyim. Sonuçta, ben de Tanrı’nın evlatlarından biriydim ve sizden tek farkım sosyal statü ve toplumsal tabakaların yarattığı uçurumdu. Bu ağır duyguları hafifletmek için bir meyhaneye gitmeye karar verdim. Kalan son paramla bir içki almayı düşündüm ve o an günahın verdiği zevki tatmak istedim. Yarısına kadar çıplak bir bedenimle ve değersiz bir ruhumla meyhanenin yolunu tuttum. Yolda yürürken, insanların küçümseyici bakışlarının baskısı altında ezilmeden, yolculuğum sakin geçti. Artık canım yanmıyordu; sadece soğuk bir teslimiyetle, karanlığın kollarına doğru adım adım ilerliyordum.
Meyhaneye vardığımda karşılaştığım manzara pek farklı değildi. Orada, sizin gibi birçok insan vardı; bana bakıp acizliğime gülen soytarılar gibi bir izlenim bırakıyorlardı. Kendi acizliklerine dair hiçbir farkındalıkları yoktu, şen şakrak eğlenmeye devam ediyorlardı. Ben, buruk bir tebessümle barmenin karşısına geçtim. “Cebimde sadece birkaç ruble var,” dedim, “belki de bir içki almaya yetmeyecek kadar az, ama yine de bu onursuz davranışımı sizin insafınıza sığınarak gerçekleştiriyorum.” Barmen, önce kavgadan morarmış gözleriyle bedenimi süzdü. O an fark ettim ki, belki de az önce ölüm fermanımı imzalamış olabilirdim. Barmen, hiç dikkatimi çekmemişti ama şimdi, İskoç kanı taşıyan iri yarı bir adam olduğunu görüyordum. O kadar geniş kaslara sahipti ki, bir ayıyla dövüşse kazanacağını düşünürdünüz. Cüssesine rağmen, içkiden dolayı sarkmış bir göbeği vardı; ama bu, onun güçlü olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Şans bu sefer benden yana oldu; bana insaf gösterdi ve bir içki çıkardı, buzla birlikte ikram etti. Dudaklarını aralayarak, “İkramımız olsun,” dedi. Teşekkürlerimi en içten şekilde sunabilmek için ulvi varlıklardan yardım istedim, ve yanımda olduklarını hissettim. Barmen, sevgi dolu bir tebessümle müşterilerle ilgilenmeye başladı.
Ardından meyhaneye adımını atan bir kadınla karşılaştım. İçerideki insanların gözleri, sanki hayatlarında hiç yumuşak bir tene dokunmamış gibi kadını baştan aşağı süzdü. Kadın bu duruma alışmış gibiydi, ama içten içe rahatsızlığını gizlemekte zorlanıyordu. Barmenin karşısına geçerek bir içki sipariş etti ve ben de onun rahatsızlığını daha da artırmamak için başımı ve oturduğum iskemleyi ondan uzak bir yere çevirdim. Bu hareketim işe yaramış gibi görünüyordu; çünkü solgun ve zayıf ellerini masada gezdirmeyi bıraktı, bunu olumlu bir dönüt olarak kabul ettim. İçkimi bitirdikten sonra kalkmak üzere hazırlanmaktaydım, çünkü yaşadığım bu durumla ilgili göz yummama söz vermiştim.
Ne yazma ne de okuma yeteneğim vardı ve buradaki insanlardan yardım istemek oldukça riskliydi; çünkü aile gerçekten tehlikeli görünüyordu. Tek çarem, meyhaneye gelen bu kadındı ve şansımı denemeden ne olacağını bilemeyeceğimi düşündüm. Bu yüzden kadının yanına gitmeye karar verdim. Yanına yaklaştığımda, yorgun gözleriyle içkisine bakıyordu. Benim varlığımı hissetmiş olacak ki, başını hafifçe bana çevirdi. Kadının bana dönerken yüzümü bir anlığına şarap etkisiyle dönüyormuş gibi hissettim. Beyaz ve solgun bir teni vardı; üzerinde hafif yaralar mevcuttu, ama bunları gizlemeyi başarmıştı. Uzun bir boya sahip, zayıf bir bedeni vardı. Kahverengi gözleri ve kahverengiye çalan saçları vardı. Saçlarına özenle bakmış olmalıydı; çünkü dokunmadan bile ipeksi bir dokuya sahip olduğunu hissettirebiliyordu. Kendime gelir gelmez, ona durumumdan bahsettim. Kadın, bu hareketimi takdir ederek çantasından bir kağıt ve kalem çıkardı. Kendisi departmandan bir işçiydi, ama neden buraya geldiğini sormadım; yalnızca buraya ait olmadığını, başka bir şehirden geldiğini fark ettim. Satırları yazarken yüzünde hafif bir tebessüm vardı.
İşte her şey burada başlıyor, sayın Konstantin Stepanov. İşimden atılma sebebimden daha önce bahsetmiştim. Bildiğiniz gibi, karakolun bulunduğu sokağın birkaç üst caddesinde burjuvalar, onların üstünde ise dükler ve düşesler konaklar. Ben de bir dük’ün oğlunun kahyası olma fırsatı elde ettim. Ne kadar da toz pembe görünmüyor mu? Muhtemelen, siz, Konstantin Stepanov, böylesine bir teklif alsanız doğrudan istifa eder, köpeği olmaya razı olurdunuz; ama işler düşündüğünüz gibi değil. Bana temiz, yamalı olmayan ve kaliteli kumaşlardan yapılmış kıyafetler verdiler. Bu işi kabul ettiğim için, ikramiye olarak 30 köpçe ve 10 ruble verdiler. Parayı bir lokantada harcamak için aldım; öncelikle yağda kızartılmış bir şeyler ve köy tavuğunun yumurtasından yapılmış taze bir omletle kutlama yaptım. Ardından, bu keyfi biraz daha artırmak istedim ve kendime bir şapka aldım. Şapka pek pahalı değildi, yoldan geçerken suratsız bir seyyar satıcıya denk geldim. Kadın, tam anlamıyla bir günah makinesiydi ama bu benim sorunum değildi. Ancak, aldığım şapkanın muhtemelen çalıntı olduğunu düşünmek canımı sıkıyordu. Şapkamı aldıktan sonra, sokağın ücra bir köşesine çekildim ve üzerimi değiştirdim. Ardından ağır adımlarla malikanenin yolunu tuttum.
Bu malikane, tahmin edilenden çok daha büyük ve zarif bir yapıya sahipti. Geniş çim alanları, budanmış çalılıklar ve meyve veren ağaçlarla çevriliydi; özenle yontulmuş taş heykeller, tüm bu manzarayı tamamlıyordu. Demirden yapılmış gösterişli çitler ve büyük bir kapı, malikanenin ihtişamlı girişini süslüyordu. Heykeller, orta çağ sanatının izlerini taşıyordu ve ustalarının elinden çıkmış gibi detaylı, canlı bir görünüşe sahipti. Ancak zamanın etkisiyle renkleri solmuş, bazı yerlerinde yosunlar ve küf izleri belirmişti. Bu kontrast, malikanenin dış cephesinin görkemli doğasıyla içindeki karanlık sırlar arasındaki çelişkiyi çarpıcı bir şekilde yansıtıyordu. İçeri adım attığımızda, uşaklar bizi karşıladı. Her biri, bu görkemli mekânın zenginliğini yansıtıyor, aristokrat bir soyluluğun izlerini taşıyordu. Malikane sahibi, toprakları kiralayan kişi veya aile olarak biliniyordu. Bu kişi, toprakları işler ve elde ettiği gelirin bir kısmını kendine alırken geri kalanını devlete öderdi. Malikane sistemi, belirli bir süreliğine uygulanan bir kira sözleşmesine dayanıyordu. Bundan sonrasını anlatmak istiyorum ama yaşadıklarımı ne midem ne de ruhum kaldıramaz. Bu yüzden özetleyeceğim: Malikane, kara paralardan insan ticaretine kadar türlü türlü pisliği barındıran bir mikrop yuvasıydı. Ve tüm bu suçların yaverliğini yapan küçük oğul da bu karanlık tablonun bir parçasıydı.
İşte böyle, Komiser Konstantin Stepanov. Bu mektup elinize ulaştığında, eğer ruhunuzu para karşılığı satmazsanız, insanlık için büyük bir iyilikte bulunmuş olacaksınız. Tercih tamamen size kalmış durumda. Ben ve tanımadığım bu kadın, vazifemizi yerine getirdik. Nerede olacağımı biliyorsunuz; bir gün bu olayları benim ağzımdan duymak isterseniz, sizi bekleyen o rahat koltukta oturuyor olacağım.
Saygılarımla,
Terenti Borisov