Sen hiç Sevgi’nin İlik Çorbasını içtin mi? “İçmediysen ne kaçırdığını tahmin bile edemezsin Müjgan…
Her zaman yaparım ben bu çorbayı. Önce gülümseme dilimlerini bir tencere koyduktan sonra, ilgi suyundan ekleyerek kaynatmaya başlarım.
Biraz muhabbet biraz da iyi niyet kattıktan sonra kapağını kapatıp iyice özümsemeye bırakırım.
Zamanla ve özlemle demlendiğinde servis tabağına alır, üzerine kaybetme korkusu da ekledi mi işte size şefin favorisi, Sevgi’nin ilik çorbası karşınızda.”
Karşı komşum Müjgan, dikkatle dinledikten sonra yay gibi kaşlarını daha da yukarı kaldırarak devamını dinliyordu tarifimin.
“Bir kere ucundan tatmak bile insanı kendinden geçirir, bir daha bir daha tatmak istersin. Bazılarına bağımlılık yapar bazılarına ise hazımsızlık.” Kıkır kıkır gülsem de, Müjgan’ın yüz ifadesi hiç değişmedi.
“Lakin iki durumda da şifa vermediği olmaz. Bir masal tadında içilen bu çorbanın ölüm dışında çare olmadığı hiçbir sıkıntı yoktur. Açlığı ise nasıl eziyettir bu hayatta. Bir gün annem anlatmıştı bana…” Mutfak önlüğümü çıkarıp asarken taze fasulyesini ayıklamaya devam ediyor ve bana bakıyordu.
“Tam 16 yıl özlemden sonra doğmuşum ben, başka da kardeşim olmamış. E tabi kaç yıl bekledikten sonra kavuşulan bir çocuk olduğum için onun kucağından bunun kucağında mıncıklanmaktan anneme pek sıra gelmezmiş. Annem çok sonra o günleri anlatırken bana demişti ki…” Gözlerim mutfak penceresinden uzaklara dalarak, sanki karşı camda annemi görüyormuşçasına bakakaldım.
“El kadar bebeden sevgi dilenilir mi? Ben senden diledim işte”
Ne demek olduğunu sonradan öğrendiğim bir kavramdı “Sevgi Dilenmek”. Nasıl dilenir ya da nasıl bu hale gelirdi bir insan bilemeden…
Sevgi Dilenmek…
Şu hayatta yemek içmekten bile daha çok yoksunluk çekilen en büyük kavramdı sevgi. Saplantı, aşk veya tutkuyla karıştırılsa da onun yeri, zamanın her döneminde bambaşkaydı. Ve tadına bir kez baktığınızda asla bırakamayacağımız bir duyguydu. Bir kez sevince şu yürüyen ruh, mutlaka devam etmek isteyecekti. Bazen bir hayvanı, bazen ağacı, arabasını, koleksiyonunu, memleketini…
İnsan evladı henüz daha yaratılmadan önce “sevgi” yaratılmıştı. Çünkü yaratanın özünden geliyordu bu parçacık. Sevdiği için, sevmeye devam etmek için kurgulanmıştı bu hayat. Ve süslemek için serpildi insanlığın yüreğine. Kimi kullanabildi bu maddeyi, kimisi de beceremedi kaldı yüreğinde.
Hayatta sevmeye layık bulunan her şey, kişinin maddesini de belirlerken, tekamül yolculuğu olan bu uzun yol, yordu insan evladının yüreğini. Pes etmeyenler yola devam etti, edenler ise hiçbir yere sığamadı.
“Düşünüyorum da; şu hayat yolunda sürekli ve sürekli kimsenin bu sevgiyi hak etmediğine ikna ediyorum kendimi ama kattiyyen de sevmekten geri kalamıyorum. Düşüyorum ama yine kalkıyorum. Yine seviyorum be Müjgan. Her sabah uyandığımda başkasından dilenmeden önce ilk ben seviyorum herkesi… Annem bile o el kadar bebeden, doğurduğu çocuktan sevgi dilendiyse, ben dilenenlerden olmamalıyım değil mi?”
Yapabildiğinin en iyisini yaptığında ama başarılı olamadığında, çok isteyerek sahip olduğunda ama ihtiyacının o olmadığında, eşi benzeri olmayan bir şeyin elinden uçup gittiğinde, çok sevdiğinde ama o başkasını istediğinde, her şeye rağmen yüreğini konuşturabiliyorsan insansın. İşte o zaman yüreğindeki sevgi parçacıklarını kullanabiliyorsun demektir.
“Belki bu yüzdendir Müjgan, terli terli su içmememiz. İnsan sevdalı sevdalı nefret içemez ki. Sen sadece Dünya’nın mı doğusu batısı var sanırsın? Sevginin de sekiz yönü var pusulasız. Neresine denk gelirsen gel, nereye ve ne kadar uzağa gidersen git ucu sana bakar. Umarım kimse dilenmeden alır sevgisini kalbine.”
Sevgiyle güzelleşmeyen insanlardan kork Mathilda. Onları hiçbir şey iyileştiremez. ‘Leon’