Bazen bir şehre gidersin, sokakta yürürken arkadan bir keman sesi yükselir hani, belki bir gitar ya da bağlama. O eşsiz müzikler kulağına dolarken bir anda şehri farklı bir şekilde görürsün. O müziği duyduğun an artık o sokaklar önceden gördüğün sokaklar değildir. Tarihle bezeli evler, şehri en güzel şekilde yansıtan eserler, bütün şehir her bir nota ile daha da canlanır. Bazen yüzyıllar öncesine gidersin, bazen yıllardır orada yaşamış, oranın halkı gibi hissedersin. Artık o şehrin yabancısı değilsindir.
Ben bu hissi ilk Konya’da, kendi memleketimde yaşadım. Henüz çok küçüktüm, Mevlana Meydanında yürürken bir ney sesi yükseldi. Artık o meydan eski meydan değildi. O berrak ses bedesten çarşısının tarihi dükkanlarını daha da gözle görülür yapmaya yetmişti. Yaşadığın şehrin ruhunu müzikle hissetmek öyle güzel bir duygu ki.
Peki ya Anadolu’nun bağrından kopan türkülere ne demeli? Bağlamasıyla ve yanık sesiyle herkesin duygularına tercüman olan yetenekleri Anadolu’nun herhangi bir yerinde duyduğunda dinlemeden yürüyüp geçmek imkansız. Anadolu insanının sevgisine, acısına, çektiği zorluklara tercüman türküler buraya başka bölgelerden gelen birini yabancı olmaktan çıkarır. Bu müziği duyan artık bir Anadolu insanı gibi hisseder. Yaylada hayvanlarını güden bir çobansındır artık. Yoklukla, yoksullukla, sevdiğine kavuşamadan geçip giden hayatla mücadele içerisinde iken en zor zamanında duygularını yalnızca o bağlamanın tellerine dökebilen bir ozansındır. İşte Anadolu şehirlerini gezerken kulağına gelen sesle bu duygular içini kaplar. Artık gezmiyorsundur o şehri. Her bir adımınla o şehri yaşıyorsundur.
Biraz da Dünya şehirlerine gidelim. Benim için bunlardan en önemlisi Viyana. klasik batı müziğinin başkenti. Adeta bir masal kenti. Mozart’ın Beethoven’ın bestelerine ev sahipliği yapmış, Strauss’un valslerini barındırmış şehir. Viyana’ya seyahatimde oraya ayak bastığım ilk andan itibaren müzik beni çevrelemişti zaten. Arnavut kaldırımlarından yankılanan ayak sesleri, eğer Stadtpark’ın yakınlarındaysanız gelen tatlı kuş cıvıldamaları, hiç bir zaman kesilmeyen, caddenin her tarafından yükselen keman melodisine eşlik eder. Viyanalılar bu müziğin melodisini hep birlikte biliyormuşcasına attıkları, sokaklarda yankılanan adımların her biri melodiye uygundur ve zenginlik kazandırır. Sizi 21.yüzyıldan alıp 18.yüzyıla bitmeyen bir seyahate çıkarır.
Barok mimarisiyle inşa edilmiş ve hala ilk günkü gibi korunan binaların çevrelediği dar sokaklarda yürürken ayaklarınızın melodiye uygun şekilde yere vurmasına engel olamaz, sizde müziğe katılırsınız. Akşam olup opera binaları dolmaya başladığında her bir sokaktan farklı bir duygu hissetmeye başlarsınız. Bir binanın yanından geçerken Vivaldi’nin Four Season bestesinin Spring bölümüne duyar, huzuru hissedersiniz. Ardından başka bir binadan Mozart’ın Türk esintileriyle bezenmiş Die entführüng aus dem serail operası kulağınıza gelir, coşku ile yolunuza devam edersiniz.
Bildiğimiz müzik aletleriyle yapılan müzik sussa bile şehrin kendi müziği hiç durmaz. Sabahları cıvıldayan kuşlar soprano bir opera sanatçısı gibi sanatını icra eder. Dar sokaklarda yürürken esen rüzgarın kulağa gelen hafif melodisi kornodur, atların sert nallarından gelen sesi bir timpani. Mozart, Schubert, Salieri, Beethoven hepsi oradadır. kendi şehirlerinde, kendi müzikleriyle… Siz ise notaların oluşturduğu zaman yolculuğu ile onlara misafir gelmişsinizdir. Zamanda yolculuk için Görelelik Kuramının, solucan deliklerinin yanına müzik ile yolculuk teorisi de eklenmelidir.
Roma’da seyahat ettiğim süre boyunca ise müzik bana o şehrin sıcaklığını hissettirmiştir. Trastevere’de ellerinde gitarlarla her daim coşkuyla şarkılarını söylerlerken aynı zamanda dans edenler orada bulunduğun süre boyunca hep karşına çıkar. Durup izlersin. Bazen sende kaptırırsın kendini müziğe, onlarla birlikte dans edersin. Çoğu kulağına aşina gelen şarkılardır. En az bir kere duymuşsundur o İtalyanca şarkıları.
Bazen bir mağazada gezerken arka fon müziği olarak açmışlardır, bazen bir filmde, bazen radyoda duymuşsundur. Tanıdıktır yani. Fakat onlar için bu şarkılar hayatlarının bir parçasıdır. Hissedersin bunu. Onların şarkılarıdır. Kültürlerinin bir parçasıdır. Belki de Roma’nın, Trastevere’nin bu sokaklarında yazmışlardır ve bütün dünyaya dinletmişlerdir. O şarkılarda şehrin samimiyetini yakalarsın. Onları dinlerken gezmek ayrı bir sıcaklık katar.
Dünya’da ve ülkemizde bu şekilde müzikle iç içe olan şehirleri gezmenin tadı bir başka. Bu şehirleri gezmenin bir güzel yanı da orayı özlediğinizde yapmanız gereken tek şeyin açıp bir müzik dinlemek olması. Mozart melodisiyle kendinizi tekrar Viyana’da, bir türküyle kendinizi Anadolu’da bulabilirsiniz. Gezdiğiniz her yer tekrar gözünüzün önüne geliverir.
Bu noktada aklıma bir soru takılıyor. Acaba müzikler mi şehirleri oluşturuyor yoksa şehirler mi müzikleri?