Öze Dönüş; Yakın tarihin kör, sağır, dilsiz şahidiyiz her birimiz. Görüp de görmeyen, işitip de işitmeyen;
Gördüğünü, işittiğini dillendirmeyen veya dillendiremeyen orta yaş sendromundan muzdarip varlıklarız. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın.” Şiarıyla yaşıyorken yılanın bize dokunmasına da kayıtsız kalmaya başladık. Üstelik toplumsal değerlerimizden, ilkelerimizden vazgeçecek kadar kazanımları olan insanlar da değiliz. Sözün gücünü tamamen küçümsediğimden değil ama sosyal medya tepkiselliğinden öteye gidemeyen gerçekliğimizin kaçımız farkındayız? Ya da kaçımız farkında olduğumuz bu durumun gereklerini yerine getirebilme maharetine sahibiz?
Aslına bakarsanız bencilik-Bencillik-öznesininin, empati hissini alt ettiği zamanlar bunlar. Tabii ki insanlık tarihinin her döneminde kendini merkeze koyup etrafa yayılarak yaşayan insanlar oldu. Ancak hiçbir dönemde bu denli ben merkezci bireylerin yaşadığını tahayyül edemiyorum. Öyle ki yaşadığımız evrenin katı duyarsızlığını da meşrulaştırmak için çeşitli çabalar içerisindeyiz. Elde ettiğimiz sınırlı kazanımları kaybetmektense benliğimizi, ruhumuzu kaybetmeyi yeğliyoruz. Yanıbaşımızda, kulak zarlarımızı patlatacak kadar güçlü çığlıklara kulak tıkayıp kabuğumuzda biriktirdiklerimizi tüketme veya arttırma yarışındayız. Birlikteliğin gücünü, tekliğin merhametine ne ara bıraktık, kestiremiyorum.
Fakat keskin bir şekilde kestirebildiğim bir şey var ki o da insafsızlığımızın, insansızlığımıza evrildiği. Büyük çoğunluğumuzun içinde büyüyen ancak ne hikmetse bir türlü eylemselliğe dönüşemeyen o fırtınaya sebep olan ölümlerin orta yerinde kendimiz olmaktan hayli uzak bir yaşam bizimkisi.
Yokluğun, yok oluşla sonuçlandığı, seri katil olmak için herhangi bir silaha ihtiyaç duyulmayan demlerdeyiz. Nedenini, nasılını düşünmeden, düşlemeden ‘Allah rahmet eylesin!’ Diyerek içlerimizi rahatlattığımız yüzeysellikler bütünüyüz. Önceki gün hayallerine umutlarını iliştiren Deniz’i kaybettik. Utandık mı? Utandık! Üzüldük mü? Üzüldük! “Olur mu böyle şey!” Şeklinde ani ve ANLIK bir refleks geliştirdik mi? Geliştirdik! Sosyal medya hesaplarımızdan ayıplayan, kınayan iletiler paylaştık mı? Paylaştık! Peki, ya sonra… O altı kurşun kendi bedenimize saplanmış gibi acısaydık, varlığımızı ve varlık nedenimizi sorgular, kendi iffetsizliğimizle yüzleşir, içimizdeki karanlıkları aydınlatacak olanın kendimiz olduğunu bir kez daha, güçlü bir biçimde kendimize haykırırdık.
Karanlık; günah ve ayıp adledilene davetiye çıkaran, oluşmasını sağlayan ve aynı zamanda yapılanı örten, gizleyendir. Bir nevi hem ortağıdır kötülüklerin hem de suçlusunu saklayandır. Uzak duralım karanlıklardan. Bizi ele geçirmesine; kötü düşüncelerimizi, temelsiz eylemlerimizi meşrulaştırmasına izin vermeyelim. Ne kadar güçlü görünürse görünsün o karanlıkların, küçücük ama kararlı bir ışıkla yenilmeye mahkûm, gizlediği kötülükleri görünür kılmaya mecbur olduğunu unutmayalım. Yüreğimizdeki ışığı büyütelim. Büyütelim ki yürüyeceğimiz yolların tümü aydınlık olsun.