Minimalizm, son zamanların popüler kavramlarından biri haline geldi. Minimalizm modasının arka yüzü…
Kısaca ifade edildiğinde, minimalizm, ihtiyaçları ve sahip olunan eşyaları minimuma indirmek ve tüketim alışkanlıklarımızı denetlemek şeklinde açıklanabilir. Bu durumda minimalist yaşamın vaad ettikleri,
- Daha az eşya
- Daha az tüketim
- Gereksiz olan eşyaları ayırmak / Atmak ya da dönüştürmek (diy, do it yourself)
- İstifçiliğe karşı olmak / istifçilikle mücadele etmek
Olarak özetlenebilir. Yani aslında minimalist yaşam denen şey, aşırılığa karşı geliştirilen bir düşünce şekli. Bu yönüyle değerlendirildiğinde de doğrudan tüketim karşıtı olduğu söylenemez. Fakat yine de daha az tüketimi ve manevi olanı yüceltmesi gibi yönleriyle bakıldığında oldukça değerli bir düşünce şekli. Ancak son zamanlarda kapitalist yaşantının ve piyasaların ele geçirdiği her şey gibi minimalizm de sanki bir sınıfsal mücadeleye dönmüş ya da sınıfsal ayrımları belirginleştirmiş gibi geliyor bana.
Bu noktada ne demek istediğimi biraz daha açmam gerekiyor. Dikkat edilirse minimalist bloglarda ya da minimalizme giriş bloglarında genel olarak belirli dekorasyon tarzları ve mobilyalar ön plana çıkarılıyor. Bunun mantığına bakıldığında yadırganacak bir durum yok gibi görünüyor aslında.
Çünkü kalabalık görüntüyü dağıtmak ve yerden tasarruf edebilmek için çok amaçlı mobilya ve aksesuarların kullanılması oldukça kabul edilebilir bir bakış açısı. Fakat, incelendiğinde bu gibi mobilya gruplarının genel itibariyle belirli markalar ya da belirli bir fiyatın üzerinde satışa sunulan ürünler olması dikkat çekiyor. Yani aslında minimalizmin vaatlerini yerine getirebilmek için yine tüketim endüstrisine başvurmak, daha fazla ya da yüksek fiyatlarda ürünler kullanmak gerekiyor. Bunun dışında bazı “organizer” gruplarını da listeye eklersek aslında minimalist bir yaşama geçmek için oldukça çaba göstermek ve masraf yapmak gerekiyor. İşte bu noktada işin içine sınıfsallık tartışması dahil oluyor.
Sınıfsallık, bilindiği üzere toplumsal sınıflara, tabakalaşmaya işaret eden bir tabir. Daha açık şekilde söylemek gerekirse de toplumun ekonomi dengesini, zenginlik ve yoksulluğu belirginleştiren bir kavram. Bu anlamıyla da minimalist yaşam zenginlere hitap eden bir popüler kültür ve moda haline gelmiş durumda. Zaten düşünüldüğünde yoksullukla mücadele eden ve akşam yiyeceği yemeğin hesabını yapmaya çalışan insanların “nasıl minimalist yaşarım” sorusunu çok sık kendilerine sormadıklarını da söyleyebiliriz.
Elbette bu bir genelleme ifadesi ve “bütün yoksullar ya da bütün zenginler için durum böyledir” diyemeyiz. Fakat, gerçekçi olmak gerekirse işçi sınıfının ya da tüketime katılma oranı günden güne düşen ve açlık sınırında yaşamaya mahkum edilen toplumun büyük bir kesimine hitap eden bu kitlenin minimalizme ayıracak vakti yoktur, gibi görünüyor.
Bu durumda şu tartışma gündeme gelmeli, diye düşünüyorum: Minimalizm bir moda olarak piyasanın ve tüketim endüstrisinin pazarlama oyununa dönüşmüş olabilir mi?
Bu sadece eleştirel bir bakış getirmek ve sorgulamak gerektiğiyle ilgili bir yorum. Elbette minimalist yaşamın manevi boyutları da var ve aslında oldukça da değerli görüşler. Örneğin, insanların neyi alması gerektiğine karar vermesi ya da nelerin gereksiz olduğuna karar verip onu atması veya ondan bir şekilde kurtulması, içsel bir sürece karşılık geliyor. Buradaki temel sorun, isteme ve ihtiyaç ayrımını yapabilmek ve bu dengeyi de doğru kurabilmek. Fakat, modern yaşamın içinde bunu başarabilen insan sayısı görebildiğim kadarıyla da oldukça az.
İnsanlar gerçekten neyi istediklerini ya da neye ihtiyaç duyduklarını bilmiyorlar. Daha vahim olan ise isteme ve ihtiyaç kavramlarının anlamları hakkında bir bilgisizlik halinin mevcut olması. Gerek meta açısından gerek insani ilişkiler açısından. Gerçi her şeyin metaya dönüştüğü ve meta üzerinden değer gördüğü bir dünyada bu ayrımı yapmanın önemi var mıydı, tartışılır. Fakat, mesele burada düğümleniyor. Mutluluk arayışına çıkan bir tartışma bu doğal olarak. Çoğu düşünürün bakış açısına göre mutluluk denen şey ihtiyaçların tatmin edilmesi değildir, bu anlık ve geçici bir his olarak hazza karşılık gelen bir tatmin halidir. Fakat, mutluluk bundan çok daha karmaşık bir kavram.
Zygmunt Bauman’ın da sık sık küreselleşmiş tüketim toplumu eleştirilerinde vurguladığı gibi, tüketim toplumunda “atıklaşma” problemi tesadüfi bir süreç değildir. Mutluluğu tüketmek yerine üretmek ve paylaşmakta aramamız gerekirken daha fazla tüketerek daha fazla atıklaşmaya neden oluyoruz. Çünkü piyasalar tüketicililerin mutlu olmasını istemez, aksine sürekli mutsuzluğu üretir ki yeni ihtiyaçlar oluşsun ve tüketici bireyler yeni metaları satın alsınlar.
Atıklaşma problemi hem çevresel atıklar açısından hem de insani ilişkilerdeki tüketimcilik sonrası kişilerin atık haline gelmesinden doğan bir sorun. Bu dünyada her şey ve herkes, kullanım ömrü tamamlandıktan ve artık haz ya da tatmin hissi vermediği andan sonra çöpe atılmaya, atık olmaya başlıyor. Yani aslında tüketim ve üretim dengesizliği küresel ve bireysel yaşantımızın önemli bir problemi.
Yine de tüm bu eleştirilere rağmen, minimalizmin temel değerleri göz önünde bulundurulduğunda, daha az tüketimi sağlayacaksa bir şans vermenin zararı yok gibi görünüyor. Fakat, buradaki en önemli nokta, neyin minimalizme uygun olduğu ya da minimalist olmanın hangi mobilya ve aksesuarlara sahip olmayı gerektirdiği sorularından ziyade, kişisel olarak bu yaşama hazır olabilmek bence. Çünkü, kişinin minimalist bir yaşamı benimsemesi demek, neyi istediğiyle neye ihtiyaç duyduğunu ayırt edebilmesi demektir. Bu da ancak, kişinin kendisini keşfetmesi, kendisini tanıması, kendisini bilmesiyle mümkündür.
Fakat, kişinin kendini bilmesi de bir günde olacak ya da olup bitecek bir şey olmaktan ziyade bir süreçtir. Nitekim, birçok insanın minimalist olma yolunda başına gelen durum, o anlık ihtiyaç duymadığını düşünüp attığı bir ürünü daha sonra lazım olduğunda tekrar satın alması sorunudur. Takdir edersiniz ki bu durumda tüketim azalmış olmuyor, aksine artışı etkileyebilecek bir sorundur bu. Bu yönüyle minimalizm insanlara “fazlalıklarınızdan kurtulun, üzerinizdeki yüklerinizden arının” derken, ihtiyaç halinde zaten satın alınabilecek şeylere referans verildiğinden “şimdi at, yarın lazım olursa nasıl olursa alabilirsin” söylemini fark ettirmeden söylüyor bana göre. Bunu aşmanın tek yolu, daha önce de söylediğim gibi, kişinin kendini keşfetme süreciyle ve bu süreci ne kadar sağlıklı geçirebildiğiyle ilgili.
Minimalizm, kötülenip reddedilmesi gereken bir düşünce değil bence. Fakat, diğer her şey gibi eleştirilmesi ve sorgulanması gerekiyor. İyi sandığımız şeylerden kötü sonuçların çıkabildiği zor bir yaşamın içinde yaşıyoruz zira. Bunu eleştirip tartmak da yine bize düşüyor.
Sizler minimalizm hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce minimalist yaşam gerçekten birçok tüketim sorununu çözebilecek ya da yumuşatabilecek bir bakış açısı mı yoksa moda endüstrisinin yeni kurbanlarından biri mi?