‘‘Fihi ma fih!’’. Gölpınarlı’ya göre çevirisi “ne varsa onun içinde var” manasını veren, Mevlana’nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelen 61 bölümlük eserin adıdır.
Bir kısmı Selçuklu Veziri Süleyman Pervane’ye hitaben kaleme alınmıştır. Dolayısıyla eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir.
Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret, mürşid ve mürid, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir. Bunlara karşın tanrısal esinden kaynaklanmadığı ya da kaynağı belirsiz olduğu gerekçesiyle kitab-ı mukaddes dışında tutulması gereken apokrif bir metin olduğu da belirtilir.
Bu noktada muhatabın kim olduğu sorusu ön plana çıkmakla beraber, Gölpınar’lının da tavsiyesi üzerine, kendimi Mevlana’ya muhatap kılma çabasını gösterecek ve sohbetlerinde ilgimi çeken birtakım kavram ve hususlar üzerinde durarak ne anlatmak istediğini -en çok da kendime- izah etmeye çalışacağım. Kısacası bu yazıda apaçık anlamları tekrar tekrar pişirip masaya koymak yerine ruhuma tesir ettiğini hissettiğim farklı kısımları bütüncül halde sesli bir şekilde düşünecek, yani kağıt üstünde tefekkür ve -Mevlana gibi- çeşitli hikayelere serbest çağrışım yoluyla atıfta bulunarak bir nevi sohbet edeceğim. Umudum yine Mevlâna öğretisinde olduğu gibi gereğinden fazla sözle değil, az lafla gönülden anlaşmaktır.
‘‘Biz Vermeyi Öğrendik, Almayı Öğrenmedik’’
Beyin fırtınasına Fihi Ma Fih’in henüz başında bahsi geçen ve hem Mevlana hem de erken dönem İslam alimlerinin temel öğretisi olan bu sözle başlamak istedim. Bu sözle başlamak da aklıma doğrudan -girişte kastettiğim serbest çağrışıma uygun şekilde- yine İslamiyet’in ilk dönemlerine ait şöyle kısa bir menkıbeyi getiriyor: Bir gün sahabenin biri Hz. Ali’ye zekatın oranını sorduğunda Hz. Ali ‘‘Sizin için malınızın kırkta biridir. Biz elimizde ne varsa veriyor, yetmezse canımızı da koyuyoruz.’’ buyuruyor.
İşte bu yüzden ilim şehri peygamber efendimiz ve o şehrin kapısı olan Hz. Ali’den başlayıp günümüz tasavvufuna kadar süregelen bir anlayışla karşı karşıya kalıyoruz. Yine de veren elin alan elden üstün olduğu, ihtiyacı olana bakmanın teşvik edildiği, kefenin cebinin olmadığı bu inanç sisteminde ortaya konulan paradigma işin sadece maddi boyutuyla ilgili değildir demek doğru olacaktır. Elbette ki dünyalıktan vazgeçmek, her ne kadar mal mülk sahibi olsan da onları kalbine değil sadece cebine yerleştirmek, zenginlik sevdasına kapılıp ibadetleri aksatmamak dinimiz açısından önemli hususlardandır.
Fakat bunun ötesinde, eserin henüz ilk bölümünde Mevlana’nın verdiği örnekten yola çıkarak, tıpkı bir güneş gibi etrafına ışık saçmak, dokunduğu şeyin içini ısıtıp ona hayat vermek ve karşılığında Allah rızası dışında bir şey talep etmemek asıl meseledir. Nasıl ki Allah bir şeye ihtiyaç duymaz, sadece verir, insan da bu külli iradeyi örnek alarak cüzi iradesiyle onu taklit etmeye çalışmalıdır. Yeri geldiğinde bir mum gibi olmalı ve eriyip bitmek pahasına etrafını aydınlatmalıdır.
Bu denli bir kendinden geçiş ve fedakarlığın bana göre iki farklı gerekçesi olabilir. Bunlardan ilki o kişinin gerçekten dervişliğin özünü kavrayan ve Mevlana gibi, Yunus gibi Anadolu’nun dört bir yanında filizlenen mürşitlerin sözünü can kulağıyla dinleyip hal ve hareketleriyle tasdik eden bir insan oluşudur. Ne yazık ki modern dünyada bu ihtimal milyonda birdir. İkinci ihtimal ise, belki de ilkine de sebebiyet verecek şekilde, o kişinin Allah’a dair bir delile şahit olması ve ona tutunuyor oluşudur.
Fihi Ma Fih’te de rastladığımız bir örnek olarak Mustafa, yani peygamber efendimiz, Abbas’tan imanına dair delil istiyor ve bu delili göremiyor. Ne zaman ki Mustafa’nın kendisi ona, onu, ondan daha iyi anlatarak asıl delili sunuyor, işte o zaman Abbas’ın kalbini mutmain ediyor ve Abbas iman sahibi olup malından, mülkünden o vakit vazgeçiyor. Buna karşıt olarak eserin ilerleyen bölümlerinde Mevlana ‘‘Tanrının varlığı zaten meydanda, onun varlığına delil gerekmez ki.’’ (syf. 50) diyerek kendisiyle çelişiyormuş gibi gözüküyor.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta aslında Mevlana’nın çelişmediğidir. Onun söylediği şey, delilin ‘görmeyi bilen gözler’ için gerekmediğidir. Yoksa gözleri perdelerle kapalı yolcuların bir rehber tarafından perdelerinin aralanmasına ihtiyaçları vardır ve o hep hayret makamında sözü edilen kerametler de bu sebepledir. Çünkü pek çokları için somut dünyadan vazgeçmek adına yine somut bir mağrifet kapısı lütfu gerekmektedir.
Tabi ki eğer tasavvufta bir vazgeçişten bahsediyorsak o vakit terk etmekten de bahsediyoruz demektir ve eğer bir terk ediş söz konusuysa bunun devamında terk-i terkten de söz etmek gerekir. İnsanoğlu, hatta zaman zaman peygamberler bile, çeşitli hatalar ve günahlara bulaşmaktadırlar. Mühim olan bu hatayı tekrarlamamak üzere tövbe etmek ve yola geri dönmektir.
Ne yazık ki bu aşamada avamı, havası, hatta hass-ül hası dahi çeşitli tuzaklar bekler. Bu tuzaklar sonucu insanın ruh halini anlatan güzel bir örnek olarak Fihi Ma Fih’ten bir cümleyi ele alabiliriz: ‘‘Eğrilikler yaptım deme, doğruluğu tut sen, hiçbir eğrilik kalmaz.’’ (syf. 15). Ancak insanlar bir günah işledikten ve onu terk ettikten sonra -bireysel tecrübelerim ve gözlemlerim kadarıyla- bazı ruh hallerine bürünüyorlar. Bunlardan biri o günahı terk ettikten sonra yaşadığı pişmanlıkla kendini kahretmek ve başkasının yüzüne bakamamak, Allah’a karşı mahcubiyet ve utancından namaz dahi kılamayacak bir kafa yapısına bürünecek hale gelmektir.
Bir diğeri ise terk ettiği günahın ardından o günahı işleyen diğer insanlara tepeden bakmak ve bu günahı onların bırakamayıp kendisinin bırakmasıyla gurur duymaktır. Bu gurur hem eserde geçen ‘‘Sizi ziyana uğramış göreyim, sevineyim, haşa, bu benden uzak.’’ (syf. 12) yaklaşımına aykırı düşmektedir hem de zaman içinde nefsin rahmani oyunlarına sebebiyet verip insanı kibrinden dolayı bu dikenli yolda bir anda yerle bir etmektedir. O halde terk ettiğimiz şeyi de terk etmeli ve Allah’ın affını umut etmeliyiz.
Yine tıpkı Mevlana’nın dediği gibi, umut, eminlik yolunun başıdır. Umudumuzu yitirmeden ucundan da olsa o direğe tevazu ile tutunmalıyız. Halbuki bu tutunuşta da problematik unsurlar cereyan edebilmektedir. Aşık olan, kendini aşık olarak nitelendiren kişi dünyayı arka plana itmeyi o kadar yanlış anlar ki, sadece Allah’la olmak için kah çevresindekileri kovarak gönlünü kırar kah günümüz İslam coğrafyasının temel sorunu olan gelişememezlikten nasibini alır. Bununla ilgili olarak Mevlana, 21. Bölüm’de Şerif-i Pa-suh’teki şu sözlere karşı çıkar:
‘‘Dünyaya aldırış bile etmiyen o kutlu nimet sahibi, Herkesin, herşeyin canıdır da cana boşverir.
Vehmin neyi kavrarsa, Onun kıblesidir o, fakat vehme aldırış bile etmez.’’
Mevlana’ya göre bu ne padişahı övüştür ne de kendini övüş. Bu hal ile ne zevk kalır ne dostluk. Söz gerçeğin gölgesidir diyor Mevlana eserde. Bu yüzden insanı insana çeken can bağdaşmasıdır. Tıpkı Şems ile bütün gün tek kelime etmeden oturup, ayağa kalktıklarında ‘‘Bugün ne çok konuştuk.’’ demesi gibi, bu yolda önemli olan gönülden gönle muhabbettir.
Şer İçinde Hayır, Hayır İçinde Şer
İşte böyle bir gönül adamı olan Mevlana’yı ve Fihi Ma Fih’i tek cümleyle özetleyecek olsam onu muhtemelen ‘‘asla yıkıcı değil, her daim yapıcı’’ olmasıyla tanımlardım. ‘‘Ne olursan ol yine gel.’’ gibi, üstüne düşününce ve çevremizdekilerle olan ilişkilerimize, yolda geçerken dahi antipati beslediğimiz insanlara, tüm o sapkın zihinli suçlulara bakınca, aslında söylemenin ne kadar zor olduğunu fark ettiğimiz bir sözün sahibi kendisi.
Fakat bu tutum elbette sadece ona has bir durum değil. Peygamber efendimiz başta olmak üzere Allah dostu olan insanlar kusur görmek yerine kusuru örtmeyi, hiçbir günahın Allah’ın rahmetinden büyük olmadığını savunmayı seçerler. O halde 146. sayfada tavsiye edildiği gibi, nerede olursak olalım, ne halde bulunursak bulunalım, sevmeye, aşık olmaya çalışalım. Daha kendimizin bile cennetlik mi cehennemlik mi olacağı hükmünü veremeyecek kadar acizken insanları etiketlemeyelim, başa gelen imtihanlardaki vesileleri, şerler içindeki hayırları, hayırlar içindeki şerleri idrak etmeye çalışalım.
Herkesin Allah’ı Farklıdır
Bu idrak ediş süresi kişiden kişiye değişir. Eserde buna dair çok hoş bir anekdot bulunmaktadır. İnsan ‘‘[t]utmaç isterim, börek isterim’’ diye yakınır, der ki; ‘‘bir şey yer de doyarsa hiçbiri gerekmez, temeli açlıktır.’’ (syf. 14) O halde toklukta, yani vuslatta ikilik kalmaz. Bu çokluk içinde bir birlik vardır. Herkes karnını farklı şekillerde doyurur, kendi bildiği, sevdiği veya bulduğu şeyle beslenir. Fakat günün sonunda herhangi bir yemek yiyenin karnı doyar. Ne yiyeceğimizin, ne yememiz gerektiğinin bilincinde olmak da bizim çabamızın ürünüdür.
Mevlana’da bu durum ‘‘ayırdetme’’ olarak geçiyor ve deli ne bulsa elini atar, pis olsa da yer diyor. Bu durumda ortaya insanı insan yapan şey çıkıyor: Akıl. Kuranda birçok yerde aklediniz, ey akıl sahipleri ve benzeri ifadeler geçer. Tasavvufta da ilk olarak yol, tekke, şeyh akılla tartılır, sonra akıldan geçilir. Akılla devam etmeye çalışmak tasavvuf denizinde boğulmamıza neden olur. Boğulmamak için suya girmemek ise bir seçenek değildir. Koskoca ummandan bir yudum su alıp yetinmemeliyiz. Elbette herkesin kapasitesi farklıdır. Kimisi ayaklarını sokar, kimisi boyundan öteye geçemez, kimisi diplere dalmaya kalkar da vurgun yer.
İslam da bu yüzden deniz gibidir. Girişinde bütün çöpler, şişe kırıkları, deniz kestanelerini barındırır. Daha girişteyken ayağını yaralayıp bir daha girmemek yerine insan o sahili bilen birini bulmaya muhtaçtır. ‘‘Çünkü zaten şeyhe gelen mürid, önce kendi özünden, varlığından geçer, şeyhe muhtaç olur.’’ (syf. 77) O İslam sahilini bilen şeyh ise sizin açılmanıza yardım eder. Çırpınmak yerine suya teslim olduğunuz vakit de su sizi yukarı kaldırır. Teslim olan kişi kendini bilir, kendini bilen ise rabbini bilir. Rabbini bilen, bir olur. İşte o vakit, ne varsa içindedir.