Zamanın katledildiği ve sevimsizleşmeye başladığı ancak bunu bilsek de takılmadan edemediğimiz sosyal medyayı ne zaman kurcalamaya kalksam, maskelerin altına gizlenmiş boyalı yüzler düşüyor ekranıma.
Her biri kendini boyalarla saklamak zorunda hisseden saflıktan ve masumiyetten uzak yüzler. Kimdir insanoğlunu bu maskelerle dolaşmaya yönlendiren? Güzellik ve ya çirkinlik denilen şey nedir? Herkes farklı bir özellikle ve karakterle yaratılmışken kim karşısındakini güzel yada çirkin olarak yaftalayabilir? Tam da bu noktada Bruce Willis’in sevdiğim filmlerinden biri geliyor aklıma; “Siluetler” Filmde toplum teknolojik ilerlemelerin getirdiği karmaşıklık içerisinde gerçeklik ve sahtelik arasına sıkışarak herkes istediği karaktere bürünmüş.
İnsanlar evlerindeki odaların içerisinde bulunan bir makine yardımıyla istedikleri sahte bir siluetle gerçek hayata karışmaya çalışıyorlar. Bruce Willis’in eşi de geçirdiği bir kaza sonucunda yüz güzelliğini kaybettiği için o da maskelerin gölgesine saklanabilen çağa ayak uydurup beğendiği güzel bir görüntüye bürünüyor ve gün boyu o maskenin ardına saklanıyor. Dış dünyadaki görüntüsüne o kadar alışıyor ki kocasıyla bile artık evin dışındaki hayatında görüşüyor. Beğenme ve beğenilme algısının yansıtıldığı filmdeki en vurucu sahne, Bruce Willis’in eşinin odasından çıktığı bir zamanda gerçek haliyle karşılaştıkları an olmuş.
Aslına bakarsanız gerçek hayatta o filmden tek farkımız bunu robotların yapmasına gerek duymadan bizzat kendimizin yapıyor olması. Bu sadece fiziksel olarak değil ruhsal olarak da gerçekleşiyor üstelik. Her birimiz yataktan kalktıktan sonra belirlediğimiz maskelerin ardına gizleniyoruz. Kimi beğenmedikleri çehrelerini saklarken, kimi de başkalarına benzemek adına makyaj yada estetik denen maskelerin ardına gizleniyor. Ortalık tek tip prototipler gibi dolaşan yüzlerle dolmuş vaziyette.
Bunun yanı sıra dış dünyada kabul gördüğüne inanılan kimliklere bürünmek de cabası. Samimiyetsiz iki yüzlü bir dünyanın atölyelerinde hazırlanan maskeler kişiye ve mekana göre değişiklik gösterebiliyor. Kızdığımız insanlara iltifat ettiğimiz davetler, en saçma konuşmaları alkışladığımız toplantılar, esprili davranmaya çalıştığımız anlar, güçlü görünmek, mutlu taklidi yapmak gibi gibi. Bunlar bazı insanlar için her gece uyurken çıkarıp başucuna bıraktığı maskeler. Oysa ki gerçekte olduğumuz kimliklerimizi yada görüntümüzü sergilemek, olmadığımız biri gibi davranmaktan daha az yorucu değil midir?
Gerçeklikten kaçarak oluşturduğumuz maskeler, aslında içsel huzurumuzu ve özgürlüğümüzü engellemektedir. Maskelerin bırakılması, bireysel düzeyde öz benlik değerinin artmasına, toplumsal düzeyde ise daha samimi ve anlayışlı ilişkilerin kurulmasına olanak tanıyabilir. Her birimizin benzersiz olduğu gerçeğini kabul etmek, diğerlerini de aynı özgünlük ve saygıyla kucaklamamızı sağlayacağını düşünüyorum.
Özellikle yeni nesilleri sade ve yalın olmaya yönlendirmek, onları içine girmeye çalıştıkları kalıplardan özgürleşmelerine yardımcı olabilir. Mevlana’nın da ifade ettiği gibi “Ya göründüğü gibi olmalı, yada olduğu gibi görünmeli” İçtenlik ve samimiyet insan ilişkilerinde önemli bir köprüdür, takındığımız maskeleri bırakmak bu köprüyü güçlendirirken belki de yüzyıllar boyunca içine dahil olduğumuz maskeli baloyu da terk etmemizi sağlayacaktır kim bilir?