Son günlerde bir tül perdenin arkasından bakıyorum; pencerenin kenarına konan kuşlara, insanlara, evlere, doğaya, kendime hatta duygularıma.
Bütün canlı renkler, net görüntüler gözlerime doluyor, gördüklerimle görmek istediklerimin arasına bulanık bir set çekiyor, dünyanın beni getirdiği hâl ile benim dünyayı getirdiğim hâl arasında kalıyorum. Pencerenin kenarına konan kuşlar fazla kalmıyor, uçup gidiyorlar.
Karşıdan karşıya geçerken önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakması gerektiğini ancak sekiz yaşında öğrenen çocuğun hayret ve geç kalmışlık duygusuyla, belki o kazayı geçirmeme ihtimalinin olduğunu anladığı an ki dehşet ve küskünlükle bakıyorum etrafıma. Çocuğu daha net görmek için perdeyi açıyorum sanki kalbinin kapısıymış gibi. Perdenin ardından Sadık Hidayet de çıkıyor ki Kör Baykuş’la yetişiyor imdadıma;
“Birden, kalbindeki sırlardan hiçbirini bilmediğimi, aramızda hiçbir bağ bulunmadığını hissettim. Konuşmak istedim, korktum: Hassas kulakları uzak, göksel, tatlı bir musikiye alışıktılar, sesimden nefret edebilirlerdi.
Bana öyle geliyordu ki, ben şimdiye kadar kendimi tanımamıştım. Şimdiye kadar tasarladığım haliyle dünya, değerini yitiriyor, geçersizleşiyordu; gecenindi söz; dünyanın yerine gecenin karanlığı hüküm sürüyordu (bana öğretmemişlerdi geceye bakmayı, geceyi sevmeyi).
Düşündüm: “Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok!”
Çocuk, “İşte sonra şey oldu…” diye devam ettirmeye çalıştığı cümlenin, durdurmak zorunda kaldığı yerindeki kayıtsızlıkta kaybolmuş ama bunu kimseye söylemeyecek. Bundan sonra hep susacağı cümleleri boş bir kağıda emanet edebilir, belki yazabilir tekrar kendisi okumak için ama asla söylemeyecek.
“Yazmaya çalışacağım, aklımda kalanları, olaylar zincirinden zihnimde kalanları. Belki genel bir sonuca varırım, hayır, fakat içim rahat eder, inanabilirim kendim. – Çünkü benim için hiç önemi yok, inanmış inanmamış başkaları. Lâkin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan.”