Hepimiz aynı olmak zorunda, aynı düşünmek zorunda değiliz. Kime göre, neye göre bu normallik kavramı? Kaç doğru bir normal eder?
Bir gün; çok çok sevdiğim bir arkadaşımla konuşurken dedim;
“Ben delirdim galiba Sevim. Kendimi son günlerde tanıyamıyorum. Duygularıma hakim olamamakla birlikte, kendimle sürekli konuşuyorum. Hatta o kadar çok konuşuyorum ki kendimden başım şişiyor.” Soluksuzca gülen arkadaşım gözlerinden gelen yaşları silerken bir yandan da eliyle ağzını kapatıyor.
“Ya Allah aşkına gülmesene… Beni ciddiye al. Evi süpürürken, bulaşıkları makineye dizerken, yürüyüş yaparken. Bazen duş alırken bile konuşuyorum.” Oturduğu sandalyede kendini düzelterek gülmesini yavaşlattı canım arkadaşım.
Ben hızımı alamayarak devam ediyorum tabi Sevim’e… “Sanki karşımda birisi var, bir olay yaşanmış (ki genelde yaşamış ve tepki vermeyip sessiz kaldığım bir konu oluyor) kendimi savunuyorum. O anda söyleyemediğim, anlatamadığım, kelimelere dökemediğim ne varsa o kişiyi karşıma alıyorum hepsini konuşuyorum.”
Nasıl olsa bana direnemiyor değil mi? Kelime tokatlarım arka arkaya iniyor kafamın içindeki kişinin yüzüne. Ben de bir özgüven patlaması, bir diller bir diller… Sanki gelmiş geçmiş en iyi edebiyatçı gibi saydırıyorum felsefemi. O anda dünyanın en haklı insanıyım bir de. Tabi üzülüyor o da, çok pişman oluyor. Ben ise zafer sarhoşu haklılığımla bir oh çekip şişen başıma bir kahve ısmarlıyorum, içiyorum.
Arkadaşım Sevim, gülmeyi kesip ciddi ciddi soruyor. “Peki karşındaki kişi sana cevap veriyor mu?” Dudaklarımı birbirine bastırıp, derinden bakıyorum Sevim’e. Benimle dalga geçiyorsun sanırım diyerek çıkışacağımı sanıyor, lakin ben ciddi ciddi düşünüyorum. Sahi cevap alıyor muyum? Sevim cevap alamayınca benden, çayından bir yudum alıyor. Beni iyi tanıdığından teşhisini hızla koyuyor.
“Henüz cevap almadıysan, normalsin merak etme.”
PEKİ NORMAL MİYİZ GERÇEKTEN?
Hepimizin kafasının içinde kurduğu kocaman ayrı bir dünyası var. Çocukluğumuzdan gelen, o kadar fazla çoklu bileşen var ki; ortalama otuzlu yaşlarımıza geldiğimizde bakış açımız bilinçaltımızın yönetimiyle kemikleşmiş bir yapıya bürünüyor. O halde bile herkesin dünyası birbirinden ilginç unsurlarla dolu. Ama en ufak farklı bir olayda kendimizi herkesten önce biz ötekileştiriyor, acaba bende mi bir tuhaflık var diyoruz. Kendimizde olan ilginç, değişik düşünceleri bir tek kendimizde var sanıyoruz.
Merak etmeyin. Normaliz. Gayet sağlıklıyız. Sadece normalimiz farklılaşmış olabilir büyüdükçe. Hepimiz de değişik huylar, değişik takıntılar var. Lakin herkesi olduğu gibi kabul ettiğimiz, normal gördüğümüz an zaten garip gelmiyor çoğu şey öyle değil mi?
Hepimiz aynı olmak zorunda, aynı düşünmek zorunda değiliz. Hayata ayrı pencerelerden bakıyoruz, ayrı hayaller kuruyoruz. Hepimizin ayrı normalleri var. Farklı yaratılmışız her birimiz. Sadece parmak izlerimiz birbirinden farklı değil, ruhlarımız aslında her birinden farklıdır. Bir uzmanı diyor ki; Bir kişinin pembe ve ya herhangi bir renk algısı diğerinden farklıdır. Düşünmenizi umuyorum ki; o zaman yaratılmış tüm insan kadar pembe olmuyor mu dünyamızda? Benim gördüğüm pembeyi karşımdaki göremiyorsa ben hangi haklılık savaşını kazanabilir, hangi ruhu anormal, uyumsuz görebilirim değil mi? Kime göre, neye göre bu normallik kavramı?
Evrene objektif olarak baktığımızda gördüğümüz şey, görmek istediğimizle hiçbir zaman aynı olmaz. Bu yüzden hiç kimseyi bir kalıba sokamayız.
O zaman normal dışı bu çaba neden? Serbest bırakalım ruhlarımızı. Bir insana normal gelen diğer insana anormal gelmesin. Yargılamayalım insanları. Yağmur yağarken denizde yüzen birini gördüğümüzde, seksen yaşında bir kadının ağaç diktiğini gördüğümüzde yadırgamayalım. Tatlı ile tuzluyu aynı anda yiyebilen de, balık ile çay içen de bizden olsun. Var olsun insanda yaratanını görenler. Hayvana insan muamelesi yapan, evreni olduğu gibi kucaklayabilen kişilerin sayısı artsın. Ve son olarak sokakta dans eden mutlu delilerimiz artsın.
Ne demiş Victor Hugo; “Bazen delilik hassas insanların protestosudur.”
Sevgiyle Kalın…