Sinan Yağmur, bu romanında her zamanki gibi kalemini Anadolu medeniyetinin bilgeliği ile besliyor. “Biz hüznün çocuklarıyız, hüzün süreriz kanayan yaralarımıza ve hüzün yanığı ile düşeriz aşkı emziren topraklarımıza.”
Ölüm, vedalaşma fırsatı vermeden geldiğinde gidene değil kalana ağlamak lazım. O vakit hayat, kopan ayağına ayakkabı bulmak için vitrine bakman gibi anlamsızlaşır.
Kasımda ıssız bir otogarda kendi çığlığında boğulmuş bir kadın. Kandırılmış çocuklar gibi, yaralı dağlar gibi öksüz bir geceden geçen, korku tünelinde bıraktığın bağrışların gibi. Senin ömrüne hiç mavi düşmedi Turna, gözlerinin ne işi var, mavisini yitirmiş çocuklar gibi bakarsın bulutlara! Belki bilmiyorsun, tuttuğun ellerin bedeli ağır, kaldıramazsın.
Ellerimi yavaşça bırakınca kayıyor iki yana ellerin, belli ki avuçlarındaki ellerimin üşümesi seni ürkütmüş. Kimi zaman acıların kraliçesi, kimi zamanda dumanlı bir sabahın habercisi. Yalnızca bir hüzün yanığı hikayesi.