Hayatımın muhasebesi.. Birinin “günlük yazmayı çok istedim ama ölürsem yazdıklarım ne olacak korkusuyla hiç yazamadım” dediğini anımsadım.
Yazacaklarından mı korkmuş, birilerinin bu korkuları öğrenmesinden mi? “ee ölmüşsün zaten” diyor, içimdeki çok bilmiş ses. Yaşarken kim, ne der diye uğraştığımız yetmezmiş gibi ölünce de nasıl anılacağımızı düşünüyoruz.
Peki nasıl anılacağız? Ya da biz nasıl anılmak isteriz? Hayattaki en büyük korkumuzu, en çok acı çektiğimiz ânı, sevinçten ağladığımız o günü ya da en sevdiğimiz yaramızı bilmeyen birisinin arkamızdan söyleyeceklerinin ne önemi olabilir? Böyle düşününce aklıma Behçet Necatigil’in şiiri gelir hep;
“Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.”
Neredeyse on yedi senedir günlük yazıyorum. Yazmadığım zamanlar da olmuş. “Kaydını tutacağına yaşa gitsin” demişim muhtemelen. Büyüdüm ben ya falan da demişimdir. Arada, öleceğimi ve günlüğümü düşünüyorum yine. Günlük tutmanın hayatımın muhasebesi olduğuna karar verdiğim günden beri başka bir gözle yazıyorum.
Cem Mumcu “Kendine Bakma Kitabı” adlı kitabında, insanın yazma ihtiyacını ortaya çıkaranlar hep en yakınlarıdır diyor. Annemiz, babamız, akrabalarımız… Belki çoğu şeyi onlar da okuyacak kaygısıyla yazmıyoruz ya da gün yüzüne çıkarmak istemiyoruz. Kitabı bitirdikten sonra birkaç cümle alıp aylarca yanımda taşıdım:
“Bir keresinde bir şey dinlemiştim göğsüme saplanmıştı, bir keresinde bir şey okumuştum bir bıçağın ucu gibiydi, bir keresinde birine gerçekten bakmayı denemiştim gözüm kanamıştı ve bir keresinde aynaya bakmayı başarmıştım. O gün bugün hepsi kovalar beni. Sonunda bıraktım kaçmayı… Anladım kaçacak bir yer olmadığını dahası kaçılacak da bir şey.
Korkumun kendisiydi korktuğum, kaçtığım şeyse kaçmanın kendisi. “Aynadan kırık bir parça uzatsam okura, bakar mı acaba, eli kesilir mi?” demeyi de bıraktım. Kimisi eldiven taksın, kimi kanamayı denesin, kimi kaçıp kendinden kurtulsun.”