Uluslararası İlişkilerde temel kural ve ilkelerle bağlamları ve sonuçları değişse bile hep dinamik kalan bu ilke ve prensipler perspektifinden her zaman geçerli olacak güç kavramının uluslararası sistemde evrildiği konusuna değineceğiz.
Savaşa çeyrek kala
1945-1990’lı yıllar bildiğimiz üzere iki dünya güç savaşıdır. Bir tarafta ABD ve onun Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) müttefikleri; diğer tarafta Sovyetler Birliği ve onun Varşova Paktı müttefikleri. İki süper güce sahip ülke olan ABD ve SSCB aslında: İdeolojik misyona (kapitalizm ve komünizm) sahip olup kendi ittifaklarını kuran, ölümcül ve yıkıcı nükleer silahları barındıran ve dünyada tek olma amacıyla savaşan iki ülkedir.
Küba Füze Krizi’yle birlikte gerginliğin had safhaya ulaşmasıyla nükleer savaş olasılığı yüksekti çünkü; Küba’daki füzeler çalışır vaziyette ve herhangi bir ABD işgali söz konusu olursa komutanlara silahları kullanma yetkisi verilmişti. Ancak olaylar beklenmedik şekilde John F. Kennedy’nin Sovyetler’i füzeleri sökmeye zorlayarak ablukaya alması buna karşılık ABD’nin de Küba’yı işgal etmeme sözü verilerek sonuçlandı.
Hiçbir şey yapmadan olmaz…
İki süper gücün ne kadar iş birliği yaptığını düşünsekte devletlerin tek güç olma arzusu bitmez. Sadece farklı güç göstergelerine yönelirler bu ekonomi, askeri, diplomasi vs. gibi alanlarda yetkinlik gösterme olabilir. II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya yapılan büyük yıkım sonucu devletler ölümcül silahlardan korkmuşlardır. Nükleer silahlardan korkan devletler anlaşmış gibi görünüp karşıt kesimlere destek vererek bir konuma gelmeye çalışıp, üçüncü dünyada desteklediği vekâlet iç savaşları için kollarını sıvamışlardır. Amerika’nın komünizm endişesi o dönem dış politika siyasetinde bölgesel çatışmalara Doğu-Batı penceresinde izlemeye itmiştir. Batı yanlısı hükümetlere destek vermiştir. Ancak yaptıkları stratejik Vietnam savaşında ortaya çıkan sarsıcı gerçekle işe yaramaz hale gelecek, Vietnam’da komünistlerin gücü ele geçirmesiyle sonuçlanacaktır. Sovyetlerin reformcu lideri Mihail Gorbaçov 1985’te iktidarken ABD ile ilişkiler yumuşama dönemine girdi.
Abartılan güç aslında…
1970’lerde ABD’yi A ve H bombalarından tutun çoklu-savaş başlıklı füzelere kadar yetişen bir SSCB varlığını görüyoruz. Ancak; savaşlar bunların ötesinde ekonomi, refah, teknoloji, altyapı gibi unsurları da içerir. Eğer kazanan olmak isterseniz gücün yanında temel taşlara da sahip olmanız gerekir. Sovyetler Birliği, her ne kadar stratejik açıdan eşit durumda da olsa temel taşlar açısından Batı’dan geri kalmış bir ülkedir. Çin’deki komünist hükümet demokrasi taraftarlarının gösterilerini şiddetle bastırmış, yüzlerce insanı öldürmüştür. Doğu Avrupa ülkeleri komünist hükümetleri devirmiştir. Sovyetler Birliği apolitik bir davranış sergilerken,1989 yılının sonu Berlin Duvarı’nın yıkımı bizlere Soğuk Savaş’ın bölünmüşlüğünü en iyi şekilde temsil eder.
Peki ya sonra?
Soğuk Savaş sonrası Sovyetler Birliği parçalanmasıyla birlikte başlamıştır. Uluslararası boşalan güç dengesini fırsat bilen Irak atağa geçerek 1990’da Orta Doğu petrollerini ele geçirmek amacıyla Kuveyt’i işgal etti. Irak’ı dünya ekonomisine ve enerji kaynaklarına tehdit gören Amerika Birleşik Devletleri, Birleşmiş Milletler yoluyla yaptırımlar uyguladı.
Geri adım atmayan Irak, Kuveyt’ten çekilmeyince ABD ve müttefikleri Irak’ı, Kuveyt’ten çıkardı. Savaşa ciddi maddi yardım yapan Japonya ve Almanya; askeri yardımda bulunan Büyük Britanya ve Fransa arasında savaşın maliyetleri paylaştırıldı. Böylece ortaya yardım toplama yoluyla savaş finansmanı yeni bir stratejik plan olarak konumlandı. Zayıflayan Sovyetler Birliğinin 15 cumhuriyeti bağımsızlığını ilan edip merkezi hükümetten iktidarı ele geçirmeye başladı.
Siyasal demokrasileri devam eden ülkeler 90’larda kendi ekonomik sorunlarının yanısıra Rusya ile ilişkilerinde hep sorun yaşamıştır.Çünkü o dönemde Rusya’nın asıl ihtiyacı olan şey iç işlerinde yapılması gereken reformlar olmalıdır.Uluslararası konjonktürde bunları fırsat bilen Batı sınırlı yardımda bulunarak ekonominin yarattığı acımasızlığına ortak olmuştur.
Dünyaya kuş bakışı
Tüm olumsuzluklara rağmen dünyanın büyük güç odakları genel olarak ilişkilerini düzelttiler. Rusya, Sovyetlerin devamı sayılarak Güvenlik Konseyindeki yerini aldı. Amerika Birleşik devletleri ile birlikte nükleer silahın indirimi konusunda uzlaştı. Eski Yugoslavya, 1991’de cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını ilan etmesiyle parçalandı.
Sırplar, Hırvatistan ve Bosna’da ‘Büyük Sırbistan’ rüyasıyla buradaki yaşayan halkı katletti ve ülkeden sürgün etti. Büyük güçler sivil halkın haklarını korudular ancak bunda isteksiz görünerek barış-koruma veya arabuluculuk alanında tarafsız rol üstlendiler. Uluslararası mevcut çıkarlar 2001 yılına gelindiğinde Çin ve Rusya’nın dostluk anlaşması imzaladı. 11 Eylül terör saldırıları neticesinde geri planda kalan ABD, bildiğimiz üzere Dünya finansmanının döndüğü ünlü Wall Street önemli bir kanadı, D.C. ve Pentagon’un bir kanadına saldırılar düzenleyerek binlerce vatandaşın ölümüne yol açtı.Başkan Bush, teröre karşı savaş ilan etti.
Amerikan ve İngiliz kuvvetleri, 2001 sonunda Afgan müttefikleriyle bir olup Usame bin Ladin tarafından yönetilen El-Kaide ağına destek veren Taliban rejimini devirdi. Irak’ta Saddam Hüseyin’i devirmek amacıyla koalisyon olmaya çalışan, ABD ve Britanya, büyük güçler arasında ayrılık fikirleri yeniden ortaya çıktı. Atlantik ittifakında karşı çıkılmasına rağmen ABD’nin eyleme geçerek Saddam’ı devirmesi ve BM’nin uluslararası rolünü zayıflatmasıyla sonuçlandı. Soğuk Savaş sonrası dönem, uluslararası ilişkilerde evrilen sistem küreselleşme dönemidir aslında. Dünya için hem iyi hem kötü olasılıklar ve değişikliklerle dolu sarsıntılı bir dönemdirde.90’lardan bu yana tüm dünyada siyasal olayların hareketli yaşandığı bugünkü siyasi gündemde meselelerin devam ettiği bir dönem olarak tarihe geçmiştir.