Düşünce, yani bir diğer deyişle felsefe, insanlığı belli bir noktaya kadar tek başına götürebilir. Bu da kısa sürelidir. Ancak sanat ve felsefe ikisi beraber yürütüldüğü zaman ancak, hakiki ve doğru bir gelişmeden söz edebiliriz.
Uzun yıllardan beridir, özellikle aydın çevrelerce sürekli bir tartışma konusu olan “Doğu-Batı” çelişkisinin temel nedenleri hakkında pek çok fikir vardır, ortaya atılmıştır. Bu fikirlerin genel itibariyle buluştuğu ortak nokta da ekonomik sebeplerin yarattığı durumlar yatmaktadır. Yani, parayı veren düdüğü çalar mantığıyla, parası olan gelişir mantığı bu konu hakkında fikir ortaya atan aydınlarımızın temel olarak uzlaştığı konu. Halbuki bu iş ekonomik büyüklükle doğru orantılıysa, günümüzde dahi Arap coğrafyasında -Suudi Arabistan ve Katar bilhassa- çağa uygun modern uygulamaların olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunu söylemek hem kolaya kaçmak hem de cehaleti savunmaktır.
Dünya tarihinde, bundan yüz yıllar sonrası için bile, sürekli bir tekerrürün olacağını söylemeliyiz. Bilim, felsefe, tarih, siyaset vb. alanlar hakkında yazılan en erken ve en kapsamlı eserler Batıda, Antik Yunan’da ortaya çıktı.
Sonrasında Orta Doğu’nun göbeğinde biri çıktı ve ben Tanrı’nın sizlere gönderdiği bir peygamberim, dedi. Yanına 12 tane de adam aldı sonrasında zaten adı eğer günümüze kaldıysa bu havari adlı adamlar sayesindedir. Hıristiyanlık adı verilen bu dinin, dönemin şartlarında her ne kadar Roma ve Persler tarafından uğratıldığı pek çok zorluk olsa da insanın doğasına son derece uygun olması sebebiyle yayıldı ve dünya üzerinde egemen oldu. Burada bahsettiğim insanın doğasına uygun olmak, insanın egosunu tatmin etmekten geçer.
Dünya üzerinde hatırı sayılır bir inananı olan dinlere bakalım, hangisi çıkıp da insan en alçak varlıktır, bu dünyadan insanı silseniz her şey düzelir, diyebilir? Bir kısım kendini din bilgini olarak tanımlayan kişiler ve teologlar dinlerin hepsinde olan şeytan kavramının, esasen insanın egosu olduğunu, nefsinde egoya bağlı istekler olduğunu söylerler. O zaman şu soruyu insan sormadan edemiyor: Madem, ego dinlerin yok etmek istediği bir olgudur, o vakit niçin insanların dünyada yaşayan en yüksek varlık olduğu, tüm canlıların insan için yaratıldığı gibi çelişkiler insanların çoğunluğunca kabul edilen birkaç kitap ve kitabı olmayan inançlarda mevcuttur?
Ve bir diğer noktada, bu dinlerin ortaya çıktığı zaman ki erkek egemen kültür sebebiyle dinlerdeki erkek üstünlüğüne dair gereksiz güzellemelerdir, her ne kadar belli noktalar da eşitliğe dair bir vurgu mevcut olsa da, bu vurguların, eşitsizliğe dair yapılan güzellemelerin nezdinde pek bir sönük kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Orta Doğu’da yükselen Hıristiyanlığa zamanla tabii olan batıda, Pagan kültür döneminde yükselen bilim ve felsefeye azılı bir düşmanlık başladı. Pek çok tarihçi bu döneme -Ortaçağ’a- karanlık dönem adını verirler, ki bu noktada çok önemli bir şeyi kaçırırlar. Bu noktayı kaçırmalarının nedenini birazdan açıklayacağım için, öncelikle bu noktayı sizlere aktarayım.
Ortaçağ’da her ne kadar Batı son derece düşkün bir vaziyette olsa da, Doğu’da yükselen bilim ve kültür ışığı, Avrupa’nın yarattığı karanlığı deliyor ve güneşi dünya üzerinde eksik etmiyordu. Bilhassa Bağdat, Abbasiler devrinde son derece büyük bir kültür merkezi olmuştu. Günümüzde nasıl Paris, Londra, Berlin, New York dünyanın kültür başkentleri olarak tanımlansa da, Ortaçağ’da Paris, Londra ve Berlin’de insanların sırf Papazların isteği üzerine kedi avladığı, kadınları regl olduğu için şeytanın onları ele geçirdiğini sanıp/düşünüp/inanıp evden attığı, sürekli bir cadı avının olduğu, hastalıkların sudan bulaştığını düşünecek kadar cehaletin hakim olduğu bir ortamın varlığından söz edebiliriz.
O zamanlar daha New York’un bulunduğu Amerika kıtası keşfedilmediğinden, orada yaşayan yerli halkların bulunduğunu biliyoruz ancak bu konu, bizim şu an konuştuğumuz konu ile pek ilişkili değil.
Batı’da var olan karanlık, doğunun aydınlığı için bir priz görevi gördü. Doğulu bilim insanları bu prizin fişi idiler ve o karanlığı hem kendi ülkeleriyle de beraber aydınlatmakta idiler. Ortaçağ’da doğu, her ne kadar her bakımdan batının önünde olsa da, herhangi bir kibire kapılmadı, belki batının bu kibire kapılmasını sağlayan düşünceler o dönemde var olsaydı, doğunun da bir kibre sahip olamayacağını söyleyebilir miydik, ancak şu da var ki batıyı kibre götüren düşüncelerin yine batıdan çıkmış olması da bu durumu bir, tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar paradoksu ile eş ve benzer kılar.
Doğu’da bilimin bu denli gelişmesi, sanata bir engel değildi ve bu dönem hakiki doğu sanatının geliştiği dönemdi. Doğu’da sanat esasen hiçbir zaman bitmemiştir, bitemez de. Çünkü doğu hikayeleriyle meşhurdur, onlarca savaş, onlarca kırım, onlarca mücadele… Dünya’nın kaderini değiştiren dinlerinde buradan çıkması, Doğu’yu sanat bakımından zengin bir konuma yükseltiyor, ortaya konulan sanat eserleri için benzersiz ve ucu bucağı olmayan, tükenme gibi bir ihtimalide olmayan pek çok konu oluşturuyor.
Ancak bu sanatın Batıda ki gibi kayıt altına alınıp günümüze ulaştırıldığını her ne kadar istisnai eserler olsa da, genele baktığımız zaman ne yazık ki söyleyemiyoruz. Bunun nedeni de sözlü anlatım geleneğidir. Büyükten küçüğe aktarılan destanlar, hikayeler doğunun sanatıdır işte. O kulaktan kulağa aktarılan destanlar, masallar, hikayeler, bire bin katılarak efsaneleştirilir ve son derece zengin bir mirasa dönüşür. Batı bu konuda son derece yavan kalmıştır.
Elbette bir Shakespeare, Hugo, Dostoyevski, Dickens, Cervantes, bunlar dünyanın büyük sanatçıları, ancak bahsimiz olan dünya, çoğunlukça batı olarak algılandığı için büyük gösterilirler, ki gösterilmeleri de haklıdır. Ancak, Batı edebiyatının Doğu’dan devşirildiğini söyleyebiliriz. Bu durumda kendimize şu soruyu sorarsak, hem gerçekleri göz ardı etmiş olmaz, hem de kolaycılığa kaçmış olmayız. Yunanlı destancıların eserleri peki, onlar edebiyat değil mi? Batı, kendi sanatını kendi küllerinden doğuramaz mı? Elbette, bu son derece haklı bir düşüncedir ve yüzeysel olarak baktığımızda, kendimizin oluşturduğu düşünceyi çürütecek denlidir.
Yüzeysellikten sıyrılıp, öze bakmaya başladığımız zamanda, eğer Ortaçağ’da bir doğu medeniyeti olmasa idi, bu eserlerin teki bile şuan elimizde olmazdı. Neden mi? Çünkü, bilime, sanata ve felsefeye düşman olan dönemin batısında bu eserler yok edilirdi de ondan.
Abbasiler ve dönemin İran medeniyetlerince bu eserler kendi dillerine çevrilmiş idi. Bu durumda yine şöyle bir soru karşımıza çıkıyor. Doğu, batı eserlerini korumaya aldı, evet. Bunlardan beslenmedi mi? Antik Çağ batı edebiyatında ki renklerin pek çoğu, Ortaçağ doğu edebiyatında kendini belli eder. Bu durumda, birkaç satır önce bahsettiğimiz düşüncenin yanlış olduğu sonucuna kendi kendimiz varabildik. Ancak, yine bir boşluk var.
Yanlış olanın yerine doğruyu koymak mecburiyetindeyiz. O halde şöyle diyebiliriz: Dünya’nın belli noktalarında bilim, sanat ve felsefe ötekileştirilerek yok edilmeye yakın hale getirilebilir. Ancak bu iş sadece belli bir bölge ile sınırlı kalır, illa ki dünyanın bir diğer ucunda bilim, sanat ve felsefe daha bir taşkınca dile gelir, hatta haykırır ve yok olmaz.
Batı ve Doğu arasında da bu sebepten, bir döngüsellik vardır. Batı’da sanatın, bilimin ve felsefenin ivmesi düştüğünde Doğu, Batının yarattığı eserleri koruma altına almış ve bunların üzerlerine de yenilerini ekleyerek, Nazımında bahsettiği gibi insanın ilk kez mağara duvarlarına çizdiklerinden beri akan o ulu ırmağın, sanatın, devamını sağlamıştır.
Aynı şekilde, Batı’nın bir kibri olduğunu ve kendisini Doğu’nun pek üstünde görmesine rağmen, pek çok batılı, doğu uzmanı vardır. Misal Bernard Lewis, bunlara örnektir. Ortadoğu üzerine yaptığı araştırmalar, dünya üzerinde belki de yüz yıllarca geçerliliğini koruyacak bir mahiyete sahiptir. Özetle, insanı insan yapan temel değer ve olgular, farklı toplumlarca birbirinden devşirilemez. Sanat ve onun doğurduğu üretme arzusu ile bilim ve onun doğurdu keşfetme arzusu fıtridir.
Yazının başlığında bahsettiğimiz duruma gelecek olursak… Düşüncelerin geçici olduğu ve bir döneme hitap edecek nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Evet, Antik Çağ filozoflarından günümüze kalan pek çok düşünce hala geçerliliğini korumakta. Ancak, bunların 2000 yıldan fazla dayanması, bundan sonra da dayanabileceği anlamına gelmiyor.
Özellikle şu son yirmi yıl, tüm dünya için belki de bir iki yüz yıla bedel. Sosyal Ağların artışının tüm insanlar üzerinde meydana getirdiği ani değişimler, her alanda kendisini gösteriyor. Bu ani değişimler de peşi sıra oluyor. Akım adı verilen bu tür taklitçilikler, uluslar arasında ki farklılıkları yok ediyor. Ancak bu, kültürün etkisinin yitmeye başladığının bir göstergesi. Peki her ulusa ait olan, öz kültürün yerine geçen bu popüler kültür, insanlığın bugüne kadar geldiği gelişmişliğe zemin hazırlayan onca çabaya ve emeğe bir hakaret değil mi ve en önemlisi küresel bir nitelik de kazandığı için, her alanda ki gelişmeyi de baştan sona somutlaştırarak, soyut gelişmeyi kısıtlamayacak mı?
Soyut düşünce olmadan, somut işler olabilir mi? Fikirlerin değişmesi doğaldır, ancak bunların daha olgunlaşmadan tüm insanları etkisi altına alıp, yine çok kısa bir süre sonra da yok olup gitmesi doğal değildir. Bir toplumsal ahlak çöküşü vardır. Bu ahlak ile ruhani inançları birbirine katmamak gerekir. Çünkü ahlak, dinin çocuğu değildir, ondan gelmez ve ona bağlı olmaz. Ahlaki kuralların pek çoğu için insanlar yüzyıllarca kafa patlatmadılar, bu tür kurallara zaten içgüdüsel olarak sahibiz.
Düşünce, yani bir diğer deyişle felsefe, insanlığı belli bir noktaya kadar tek başına götürebilir. Bu da kısa sürelidir. Ancak sanat ve felsefe ikisi beraber yürütüldüğü zaman ancak, hakiki ve doğru bir gelişmeden söz edebiliriz. Gelişme, denilen kelimenin sadece ekonomik anlamda yükselmek olarak algılandığı günümüzde bu ortaya attığım düşünce pek de mantıki gelmeyebilir, ancak olaya öz itibariyle baktığımızda ve derince bir şekilde inceleme ve sezinleme de bulunup, bu yolla ulaştıklarımızı da somut örneklerle harmanladığımız zaman, işte o zaman bu konu hakkında ki en mantıki tezlerden biridir.
Düşünce ve sanatın ağırlıklı olarak Doğu ve Batıya eşit derece de etki ettiğini söyleyemeyiz. Düşünce batının gelişmesi için ön ayak oluşturur. Doğu içinse, sanat.