Bir zamanlar çok eski zamanlarda 1948’de, BM Genel Kurulu tüm devlet ve sivil toplum organizasyonlarını davet ettiği kurulda yapılan oylamayla ’10 Aralık’ tarihinin “Dünya İnsan Hakları Günü” kabul edilmesine karar verilmiş.
Büyük büyük insanlar toplanmış ırk, dil, cinsiyet, yaş, zenginlik ve din ayrım yapılmaksızın bütün insanların emek haklarını koruyan bu İnsan Hakları Evrensellik Bildirgesini oy birliğiyle kabul edip, yayınlayalı tam kocaman 73 yıl geçmiş. Ve buraya üye olan devletler ve sivil toplum kuruluşları bu hakların savunucusu olmuşlar.
Büyük savaşlardan çıkarak, milyonlarca insanı önce katledip, sonra kara parçasına ya da madenine sahip olmaya çalışanlar uzunca emek vererek oturup sayfalarca maddelerden oluşan hak bildirgesi yazmışlar. Ne güzel! Hem de ilk maddesi; “bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” Demişler.
İnsan ilk önce bu maddeyi okuduğunda mest oluyor, adalet terazisinin ne güzel işlediğini düşünüyor. Lakin kim söyleyebilir bana, Afrika’da doğan bir çocuğun Avrupalı bir çocukla en temel hakkı olan yaşama hakkının eşit olduğunu. Ve yahut temiz su hakkının Dünya’nın her yerinde insanlara eşit dağıtıldığını. Petrol demiyorum bakın, temiz içme suyundan bahsediyorum.
Maddeler inci gibi dizilirken alt alta ikinci maddeye ilişiyor gözlerim. Irk, din, dil, cinsiyet ayrımı yapılmaksızın… diye gidiyor. Bu maddeyi görünce aklıma soykırımlar geliyor önce. Çoğu haber değeri taşımadığı için, ya da süslü siyaset zihnine zarar veriyor diye söylenmiyor bile.
Mesela, Doğu Türkistan, Filistin… Aylan bebeği unutamıyoruz değil mi? Ege Denizi’nde botları patlatılarak denizde boğulan Dünya’nın ortasından gelen masumları? Peki fikrini bile belirtemeyen rengi siyah olan insanlar? Tek suçları Kızılderili olmak olabilir mi dışlanmak için? Yiyecek içecek ithalinde bile en alt sıraya düşen Latinler… Doğu, Batı, Kuzey, Güney fark etmiyor ihlal edilen haklar. Pek de ırk, dil ve din fark ediyor değil mi?
“Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.” Diye devam ediyor. Oturmuşlar ne güzel cümle cümle tarif etmişler. Kim insan, kim insan değil onlar için en başından onu yazsalarmış da bilseymişiz hangi gruba kimlerin girdiğini.
“Herkes her nerede olursa olsun hukuk kişiliğinin tanınması hakkına haizdir.” Peki Dünya’nın bütün kıtalarında yaşanabilen, gerekçesiz başka devletin insanlarını istedikleri gibi tutuklayıp da kendi belirledikleri süre boyunca hapishanede tuttuklarını. Mesela Birleşmiş Milletler bayraklı bir gazetecinin başka devletlerde tutuklandıkları ve hatta öldürülmeleri de bu gruba dahil edilmiş midir mesela? Madde 9: Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz, alı konulamaz veya sürülemez…
Diğer maddelere bile gelmeden ilk birkaç maddede tökezliyor insan evladı. Neyin, kimin hakkını koruyabiliyoruz ki? Açlıktan ölen bir bebeğin hakkı kimin boynuna o zaman? Ki, unutmadan, bir de 20 Aralıkta Uluslararası İnsani Dayanışma Gününü kutlayacağız. Nasıl insanca dayanışma içinde olduğumuzun farkındalığına ulaşacağız.
Doğal yaşamın kanunlarını çiğniyoruz, birlikte yaşamayı beceremiyoruz. Başka varlıkların var oluşlarına saygı duyamıyoruz. Dünya’yı mahvediyoruz; hiçbir canlı varlık tanımıyoruz. Sonra, bir yama buluyoruz kusurlu düşüncelerimize ve eylemlerimize hemen. Saçma beyannameler, kanunlar, anlaşmalar türetiyoruz.
Be-ce-re-mi-yo-ruz birlikte yaşamayı hiçbir varlık ile. Şu insan denilen varlık nasıl azimli yok etmeye… Sonra da ‘aman koca insanlar toplanalım çözüm üretelim’ telaşına düşüyoruz. Her şeye bir de gün biçiveriyoruz kutlamak için. Oldu işte tamam…
Doğayı bozuyoruz, İklim Anlaşmaları üretiyoruz.
Hayvanları katlediyoruz, nesillerini tüketiyoruz. Hayvan hakları icat ediyoruz.
Kadınları öldürüyoruz, Kadın hakları çıkarıyoruz.
Sokak çocuklarına da gün belirlemişiz, nasıl sokağa döküldüklerini fark etmek için…
Hiçbir hakkını gözetmediğimiz engellilere bile gün biçiyoruz. Neymiş farkındalık günleri…
Her şeyi bıraktık baktık olmadı birbirimizi katlediyoruz, insan hakları diyoruz.
Hani anlatılır ya; Adem ilk yaratıldığında bütün melekler şaşkınlıkla sorar Allah’a… “Yer yüzünde bozgunculuk çıkaracak bir varlık mı yaratıyorsun? Biz sana sürekli secde ediyorduk, ne gerek vardı insana?”
Şeytan’ın da bir bildiği vardı aslında insana secde etmemesinin.
Kim bilir şeytandan daha mı acımasız acaba?
Kıran kırana bir yarışa mi girdi insan ile şeytan yoksa?